Sadece metropollerin değil neredeyse her il ve ilçe belediyesinin artık bir sağlık ekibi var. Umumi Hıfzısıhha Kanunu’nun (1) görev olarak belirlediği defin ruhsatı yükümlülüğü ile başlayan belediye sağlık hizmetleri günümüzde çeşitlendirilmiş hizmet alanları ile bir yarış içerisinde.
Sağlık hizmeti üretmek kimsenin tekelinde değil tabii, ancak bir kısım resmi süreci var. Merkezi sağlık hizmetleri yapılanması haricinde, özel sağlık kuruluşları ve yerelde de belediyeler bu h,zmet sunumuna katkı yapıyor. Kimi belediye sadece defin ruhsatı (günümüzde ölüm belgesi) işlemleri için hekim bulmak/bulundurmakta zorlanırken, kimi belediye de her mahallesine bir poliklinik açma hevesinde. “Aile Hekimliği” (2) uygulamasının artık kanıksandığı bir dönemde, var olan sağlık ocağı alt yapısı üzerine ve bazen de mekanı tercihini hekime bırakan ve yerel halkı hekime bölerek zimmetleyen bir sistem var iken belediyeler de kendi hizmetlerini üretmeye çalışıyor. Dolayısı ile rakipleri hem kamu, hem özel.
Çoğu belediyenin bu hengâme içerisinde kazanç amacı da pek yok. Sadece talepleri karşılayabilmek için merkezi bir poliklinik işletmek dahi masraflı. Tıbbi hizmetlerdeki sarf mallarının büyük bir çoğunluğunun dövize endeksli ve satıcı distribütör/firmaların piyasa belirleme yeteneklerinin de hayli güçlü olduğu göz önüne alınırsa “kazançsız hizmet üretmek yerel yönetimlere sadece gider karşılığı takdir kazandırıyor” denilebilir.
İşte bu gider/gelir çetrefili içerisindeki çoğunlukla sabit gelirli yerel yönetimler bir tercih noktasına geldiler. Erken kalkan ve yol alan belediyeler polikliniklerini zamanında “tıp merkezi”ne çevirerek tahakkuklarını hizmet sağlayıcısı vasfı ile S.G.K.’ndan tahsil ederek en azından kendi yağlarında kavrulacak denli bir gelir kazandılar. Bu şekilde genel bütçeden ödenen norm kadro maaşına istihdam edemediği hizmet alımı (taşeron) sistemi ile ihale usulü çalıştırdıkları sağlık personelinin maaşlarını ödediler. Tıp Merkezi kurmayı akıl edemeyen ya da tercih etmeyen belediyeler ise gideri (zararı) sineye çekmek zorunda kaldılar ve çoğunlukla küçüldüler…
Ancak gidişat bu kadarla sınırlı değil aslında; Sağlık hizmetlerinin merkezi aklı olan Sağlık Bakanlığı, ülkedeki personel havuzunu -henüz tam ne olduğu dile getirilmeyen bir amaçla- denetiminde tutmaya çalışmakta. Yıllık personel bildirimi, imza sirküleri beyanları ile belediyelerdeki sağlık personeli sayısını kayıt altına alan Sağlık Bakanlığı, belediyelerin sağlık tesislerini ciddiyetle ruhsatlandırmaya başladı. Bazı belediyeler bu aşamada atıl tesislerinden vazgeçerek yine küçüldüler….
Peki sormak lazım; Bir belediye sağlık hizmeti vermezse ne olur? Hekim bulundurmazsa ne olur? Cevap, basit… Bunu göze alan ve verdiği hizmete son verme riskini kabullenen belediye, tek hekime düştüğü anda ölüm belgesi düzenleme yetki ve görevini Sağlık Bakanlığı’nın ilçedeki temsilcisi olan ilçe sağlık müdürlüğüne devreder.
Yine soralım; Bir belediye sağlık hizmeti sunarak ne kazanır? Popülist yaklaşımlar bir yana, belediyeler hizmet sunumundaki rakipleri (kamu ve özel) karşısında bir alternatif olmak üzere ve kuruluş kanununda belirtilen “hemşehri hukuku” uyarınca hizmete ulaşmakta bir kolaylaştırıcılık görevini yerine getirir. Sağlık Bakanlığı gibi sahada aktif ve alt yapı ağı güçlü olan bir kurum ve maddi açılımı özgür olan özel kuruluşlar karşısında alternatif olmak zor. Ama yine de bu hizmetin yerel olduğu ve kolaylaştırıcılık içerdiğini düşünmek lazım. Her mahallede, hasta ayırdetmeyen, kâr amacı gütmeyen, mutlu ve huzurlu bir belediye polikliniği olduğunu hayal edelim mi?
(1) Umumi Hıfzısıhha Kanunu; 1930’da çıkarılmış ve son olarak 2012’de düzenlenmiştir. Halen adli olmayan ölüm olaylarında defin iznini sağlayan yetkinin tanımını içeren tek kanundur.
(2) Aile Hekimliği Kanunu, önceki bir çok yönetmelik ve pilot uygulama sonrası 2014’te yürürlüğe girmiştir.