SİNDİRİM SİSTEMİ HASTALIKLARI ANTALYA’DA TARTIŞILDI
“39. Ulusal Gastroenteroloji Haftası” ve “10. Gastroenteroloji Cerrahisi Kongresi”, 22-27 Kasım 2022 tarihleri arasında Antalya Belek’te gerçekleştirildi. Alanında uzman Türk gastroenterologlar, diğer branşlardaki hekimler ve hemşirelerin yanı sıra uluslararası konuşmacıların da katıldığı kongrede; ABD ve Avrupa’dan 14 konuşmacı, Kore’den 15 gastroenterolog, Azerbaycan’dan da 12 misafir ağırlandı. Gastroenterolojinin tüm yönleriyle tartışıldığı kongrede, bin 450’ye yakın katılımcıyla bu yıl rekor bir katılım sağlandı.
Türk Gastroenteroloji Derneği (TGD) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Dilek Oğuz, Ulusal Gastroenteroloji Haftası’nda, tüm gastroenterolojiyi masaya yatırdıklarını ve yaklaşık bin 450 katılımcıyla rekor bir katılımın sağlandığı kongrede uluslararası konuşmacılarla beraber bilimi paylaştıklarını söyledi. Oğuz, “Bu kongrenin önemi bizler için çok büyük. Bütün yıl boyunca bu kongreye hazırlanıyoruz. Kongre sonrası aldığımız geri bildirim ve eğitimlerle, genç nesilleri nasıl yetiştirebileceğimize bakıyoruz. Genç nesilleri yetiştirebilmek için çok çeşitli burslarımız var. Yaklaşık 200’e yakın Gastroenteroloğu yurt içi ve yurt dışında burslara göndererek eğitimlerine katkıda bulunuyoruz. Bir işi eğitimli insanların yapması gerektiğini düşünüyoruz” ifadelerini kullandı.
“MİDE KORUYUCU İLAÇLARA KARŞI UYARI”
Prof. Dr. Dilek Oğuz, halk arasında ‘mide koruyucu’ olarak bilinen ilaçların yanlış kullanımına değinerek, “Halkımızda, ‘sen çok ilaç kullanıyorsun, mide koruyucu al’ gibi bir yanlış uygulama var. Biz reflü ve ülser döneminde mide baskılayıcı ilaç kullanıyoruz” dedi.
Oğuz, kongrede masaya yatırılan konulardan reflü hakkında da bilgiler paylaştı. Reflünün, ‘mide içeriğinin yemek borusuna çıkışı’ anlamına geldiğini belirten Oğuz, bu durumun normal kişilerde yemekten sonra ve gece yatarken, hamilelerde de günlük yaşamlarında yaşandığını söyledi. Böyle bir durumda yemek borusunun yukarıya kaçan mide içeriğini aşağı baskıladığını, ancak hücre eksikliği ve şişmanlık bulunan kişilerde basınç eksikliği yaşanıp asidin yemek borusunda tahrişlere neden olduğunu aktardı.
“TÜRK HALKI GİDEREK ŞİŞMAN OLMAYA BAŞLADI”
Türk toplumunda yüzde 30’a yakın reflü hastalığı bulunduğu bilgisini veren Oğuz, “Türk halkı giderek şişman olmaya, beslenme tarzı yanlış olmaya başladı. O yüzden reflü, batılı ülkelerdeki gibi Türkiye’de de önemli bir sorun haline geldi” şeklinde konuştu.
“HASTA KENDİNİ KALP HASTASI ZANNEDEBİLİR”
Reflünün tedavisinde, sebep olan faktörleri ortadan kaldırmak gerektiğini belirten Prof. Dr. Dilek Oğuz, “Şişmansanız zayıflarsınız, sigara içiyorsanız içmezsiniz, bazı ilaçları kontrol edersiniz. Reflü, yemek borusuna kaçtığı zaman burayı tahriş eder. Bu tahrişi de, yukarıya kaçan asit içeriğini giderecek ilaçları uzun süre kullanarak iyileştiririz. İyileşme gerçekleşince bir tehlikesi yoktur. Halk arasında ya da çeşitli ortamlarda speküle edildiği gibi reflü kansere yol açmaz. Uzun dönemde reflü, hastanın yaşam kalitesini bozar. Uzun dönemde ağzına gıda gelebilir, sürekli yanması ve göğüs ağrısı olabilir. Hatta kendini kalp hastası zannedebilir. Hastalık semptomları bu kadar şiddetliyse, özellikle mide asidini baskılayan ilaçlarla hasta tedavi edilebilir” diye konuştu.
“KÖTÜ BESLENME KARACİĞER DÜŞMANI”
- UGH Kongre Başkanı Prof. Dr. Orhan Sezgin, kongrede, gastroenterologlar ve gastroenteroloji cerrahlarının kombine bir çalışma içerisinde olduğunu belirtti. Kongrede masaya yatırılan hastalıklardan birisi olan karaciğer yağlanması hakkında konuşan Prof. Dr. Orhan Sezgin, günümüzde en sık görülen karaciğer hastalıklarının temelini karaciğer yağlanmasının oluşturduğunu söyledi. “Daha önce Hepatit B ve C ile uğraşıyorduk ama onların çok ciddi tedavileri bulundu ve onlarla artık çok kolay baş ediyoruz” diyerek sözlerini sürdüren Sezgin, “Günümüzün ciddi karaciğer hastalığı artık karaciğer yağlanması ve onun oluşturduğu sorunlar. Karaciğer yağlanması, karaciğer sirozuna kadar gidebiliyor, karaciğer kanserine yol açabiliyor. İnsanların yağlanma önemli değil dediği bir kavram değil. Biz çok önemsiyoruz” diye konuştu.
“TÜRKİYE’DE KARACİĞER YAĞLANMA ORANI YÜZDE 60”
Dernek olarak 2 yıl önce Kapodokya bölgesindeki iki ilçede 5 bin kişide yaptıkları taramayla yüzde 60 oranında karaciğer yağlanma verisine ulaştıklarını aktaran Sezgin, “Türk toplumunda karaciğer yağlanması yüzde 60 oranında görülüyor. Bu çok yüksek bir oran. Bizim toplumumuz ilave kilolu ve obez. Maalesef toplumumuzun yüzde 35 kadarı kilolu, yüzde 42’si obez. Avrupa’da maalesef bu açıdan birinciyiz. İlave olarak Türk toplumunda şeker hastalığı çok fazla. Şeker hastalığı oranı toplumumuzda yüzde 15. Hareketsiz ve fiziksel aktiviteyi sevmeyen bir toplumuz. Bunlar birleşince bir karaciğer yağlanmasına zemin hazırlanıyor. Karaciğer yağlanması ciddi sonuçlara yol açabiliyor. Bunun için en yapılacak en temel şey, beslenme alışkanlığını düzenlemek, Akdeniz diyeti, hareket etmek ve haftada en az 3 defa, 45-50 dakika 5 bin adım gibi yürüyüş yapmak, suyu bol tüketmek, et ve yağ tüketimini azaltmak. Bu basit şeylere dikkat etmek, karaciğer yağlanmasına engel olacak ve genel sağlığımızı korumamıza yardımcı olacak şeylerdir” dedi.
“PANKREAS KANSERİNDE ERKEN TANI ÇOK ÖNEMLİ”
Türk Gastroenteroloji Derneği İkinci Başkanı Prof. Dr. Mehmet Cindoruk ise pankreas kanserine değindi. ABD’de yapılan çalışmalarda pankreas kanserinin dünya geneli kansere bağlı ölümler sıralamasında 6’ncı olduğuna dikkati çeken Cindoruk, 2030 yılında pankreas kanserinin 2’nci sıraya yükseleceği yönünde öngörü bulunduğunu paylaştı. Pankreas kanserinde erken teşhisinin önemine vurgu yapan Prof. Dr. Cindoruk, “En çok erkek grubunda görülen bir kanser hastalığı. Yağlanma ve obezite, sadece karaciğeri değil, pankreası da vurmaya başladı. Doğrudan doğruya kanserle ilişkisi olabileceği de söyleniyor. Hastalarımızın bilinçli olması gerekiyor. Erken teşhis için, ani bir kilo kaybı, sarılık, iştahsızlık, bulantı, sırt ağrıları veya ileri yaşlarda çıkan şeker hastalığı varsa, bu tür vakalar alarm verisi olabilir. Tabi her ağrı alarm verisi deyip yanlış yönlendirme yapmayalım ama bu yönde uzun süreli devam eden bir ağrı ve kilo kaybı var ise bunlara dikkat etmek gerekir” şeklinde konuştu. Cindoruk, sigara ve alkol tüketiminin, pankreas kanserini yol açan önemli faktörler olduğu yönünde de uyarıda bulundu.
BİLİM DÜNYASINDA YAPAY ZEKA
Yapay zekanın geldiği noktadan bahseden Türk Gastroenteroloji Derneği Genel Sekreteri Prof. Dr. Ayhan Hilmi Çekin, “Deneyimli endoskopistlerle karşılaştırıyorlar yapay zekayı ama hala biz iyiyiz. Ancak teknoloji ilerledikçe yapay zeka bizimle eşdeğer olacak. Biz yüzde 95’iz, onlar yüzde 93. Çok az fark var arada” dedi.
“YAPAY ZEKA, POLİP GÖRDÜĞÜ ZAMAN HEM SESLİ HEM GÖRSEL UYARIDA BULUNUYOR”
Yapay zekanın kolon taramasında çok katkısı olduğuna dikkat çeken Çekin, “Polip dediğimiz, kolonda bulunan ve istenmeyen yapıları alarak ileride bu kişilerin kolon kanserine yakalanmasını engelleyebiliyoruz. Bu poliplerin taranmasında yapay zeka uygulaması gündemde ve şu an biz bunları kullanıyoruz. Kolonoskopist, kolonda ilerlerken, yapay zeka polip gördüğü zaman hem sesli hem görsel olarak ışık yakarak kolonoskopisti uyarıyor. Bunlar küçük poliplerde çok önemli. Çünkü gözden kaçabiliyor ya da arkalara saklanabiliyorlar. Bu da endoskopistin dikkatini çekmeyebilir. Yapay zeka uygulamaları bunları uyararak bilgilendiriyor ve işlemin kalitesini oldukça fazla arttırıyor. Yapay zeka, deneyimli gastroenterologlardan daha iyi değil ama polip yakalamada deneyimsiz, endoskopiyi yeni öğrenen arkadaşlardan daha iyi” dedi.
“BİZİMLE EŞDEĞER OLACAK”
Endoskopik görüntülenmenin teknolojiyle birlikte oldukça geliştiğini ve yapay zekayla birlikte kanserin çok önceden tespit edilebildiğini aktaran Prof. Dr. Çekin, “Artık bize hücre düzeyinde mikroskopik görüntü verilebiliyor. Endoskopla baktığınız zaman, ‘burada kanser olma ihtimali çok yüksek’ diyebiliyorsunuz. Bunların kayıtlarını değerlendiren yapay zeka, endoskopi sırasında bölgeyi kare içine alarak sıkıntı olduğu uyarısını veriyor. Deneyimli endoskopistlerle karşılaştırıyorlar yapay zekayı ama hala biz iyiyiz. Ancak teknoloji ilerledikçe, yapay zeka bizimle eşdeğer olacak. Biz yüzde 95’iz, onlar yüzde 93. Çok az fark var arada. Önümüzdeki günlerde muhtemelen polip uygulamasının dışında yemek borusu ve mide kanserlerinin tespitinde de uygulamaya girecek” diye konuştu.
“HER PROBİYOTİK HER HASTALIĞA UYGUN DEĞİL”
Son yıllarda tüm dünyada bir mikrobiyota rüzgârı esmeye başladığını ve bunun büyük merak konusu olduğunu belirten Türk Gastroenteroloji Derneği Muhasip Üyesi Prof. Dr. Müjde Soytürk de, probiyotikler ve prebiyotikler hakkında bilgiler paylaştı. Vücutta büyük çoğunluğu bağırsakta olmak üzere çok sayıda mikroorganizma yaşadığını ifade eden Soytürk, şunları söyledi: “Daha doğrusu onlarla birlikte yaşadığımızı öğrendik. Yapılan çok sayıda bilimsel araştırma ise bu merakı daha da körükledi. Çünkü bu mikroorganizmaların trilyonlarca olduğunu, belli hastalıklarla ilişkili olabileceklerini ama daha da ötesi sağlığımızın devamı için ne kadar önemli olduklarını öğrendik. Bunlar vücudumuzda bir ekosistem oluşturuyor ve karşılıklı fayda sağlıyoruz, birbirimizi etkiliyoruz. Örneğin, eğer normal doğum yerine sezaryenle doğduysanız, anne sütü yerine yapay sütle beslendiyseniz ya da zamanından önce doğduysanız mikroorganizma sayısı ve çeşitliliği azalıyor. Yine beslenme şeklinizden tutun, kullandığınız antibiyotiklere kadar birçok durum mikrobiyotayı etkiliyor. Hastalıklarla ve sağlıklı yaşam ile ilişkisine ait kanıtlar arttıkça, mikrobiyotayı olumlu yönde nasıl etkileyebileceğimizi araştırmaya başladık. Günümüzde bununla ilgili çok sayıda yaklaşım mevcut. Bunların başlıcaları arasında diyet, probiyotikler ve prebiyotikler yer alıyor. Probiyotik, yeterli miktarda verildiğinde kişinin sağlığı için yarar sağlayan mikroorganizmalardır. Prebiyotikler ise vücudumuzdaki belli bakterilerin çoğalmasını, aktivitesini artıran yani başka bir deyişle onları besleyen sindirilemeyen liflerdir. En iyi örneklerinden bir kaçı, soğan, sarımsak, enginar ve sirkedir. Bir probiyotik ile prebiyotik bir arada bulunduğunda ise sinbiyotik olarak adlandırılmaktadır.”
“PROBİYOTİKLER HEKİM TAVSİYESİYLE KULLANILMALI”
Probiyotiklerin etkili olduğu yönünde kanıtlamış iki durum olduğunu vurgulayan Soytürk, “Günümüzde çok sayıda hastalığın (obezite, diyabet, alzheimer, depresyon, iltihabi bağırsak hastalıkları, huzursuz bağırsak sendromu, bağırsak kanseri vb.) mikrobiyotayla ilişkili olabileceğini düşündüren kanıtlar olmakla birlikte kesin bir şey söylemek hala mümkün değildir. Ancak probiyotiklerin etkili olduğu kanıtlanmış 2 durum vardır: Antibiyotik ilişkili diyare ve Clostridium difficile denilen bakteriye bağlı ishaldir. Unutulmaması gereken diğer bir konu her probiyotiğin her hastalık için uygun olmadığıdır. Bu nedenle probiyotiklerin hekim tavsiyesi ile kullanılması gereklidir” diye konuştu.
“HAYAT TARZI DEĞİŞTİRİLİNCE REFLÜDEKİ ŞİKAYETLERİN BÜYÜK BİR ORANI DÜZELİR”
- UGH Kongre Sekreteri Prof. Dr. Selim Aydemir de reflü hastalığına değindi. Aydemir, Türkiye’de yapılan çalışmalarda her 5 kişiden 1’inde reflü olduğunu kaydederek, “Reflü, sadece göğüs yanması değil, bunun sonucunda bazı komplikasyonlar gelişebiliyor. Yani bu hastalığa bağlı başka hastalıklar da gelişebiliyor. Reflünün tanısını büyük bir grupta sadece şikayetlerini dinleyerek koyuyoruz. Ama başka hastalıklardan şüphelendiğimizde ileri incelemelerini yapıyoruz. En büyük yapılan yanlış, doktor doktor dolaşarak endoskopi yapılması. Reflü hastalığının çok büyük bir kısmında tedaviye bile ihtiyaç yok. Yeme alışkanlığı, kilo, sigara, alkol ve bol miktarda çay ile kahve buna sebep olabiliyor. Doktora gidip ilaç yazma olayından kurtulmamız lazım. Hayat tarzı değiştirilince reflüdeki şikayetlerin büyük bir oranı düzelir” ifadelerini kullandı.
“AMELİYAT ÇOK ZORDA KALMADIKÇA YAPILMAMALI”
Aydemir, reflüye neden olan sebepleri ortadan kaldırmadan ameliyat seçeneğinin yanlış olacağına da vurgu yaparak, “Günümüzde artık ameliyatlardan ne kadar uzak durursak o kadar iyi. Cerrahlar da bunu kabul ediyor. İnsan bir makine değil, bozulduğunda parçalarını ayırıp tamir ederek tekrar kapatalım. İnsan vücudu tam bir bütün. Ameliyat, çok zorda kalınınca yapılmalı” dedi.
“TÜRKİYE’DE HER 3 KİŞİDEN 1’İ İBS HASTASI”
- UGH Kongre Sekreteri Doç. Dr. Aslı Çifcibaşı Örmeci ise toplumda huzursuz bağırsak sendromu olarak bilinen İrritable Bağırsak Sendromu (İBS) hastalığına ilişkin açıklamalarda bulundu. Türkiye’de her 3 kişiden 1’inin İBS hastası olduğunu belirten Örmeci, hastaların karın ağrısı şikayeti ve bağırsak alışkanlıklarındaki değişikliklerle doktora müracaatta bulunduğunu söyledi. Her karın ağrısının İBS olmadığını belirten Örmeci, şikayetlerin son 6 ay içerisinde ortaya çıkması gerektiğini belirterek, “Karın ağrısıyla beraber, kabızlık ve ishal eşlik ediyorsa, bu tablo ortaya çıkabilir. Karın ağrısı olmazsa olmaz bulgularımızdan. Bir hekime düşen en önemli bulgu, altta yatan organik hastalığın olup olmamasıdır. Yeni ortaya çıkan bağırsak alışkanlığında değişiklik, yeni ortaya çıkan karın ağrısı, demir eksikliği anemisi gibi bulgular varlığında organik hastalıklardan bahsederiz. Bu gibi durumlarda endoskopik işlemler devreye girer. Bu hastalar genellikle çok sayıda endoskopilerle gelir bizlere. Dolayısıyla en büyük sıkıntı, sağlık sistemi üzerine düşen yüktür. En önemli şey, tanının doğru olması, hasta-hekim ilişkisi ve hastanın hekime güvenmesi” dedi.
“GECE UYKUSUNU BÖLEN KARIN AĞRISI İBS İLE KANSER ARASINDAKİ FARKI BELİRLİYOR”
İBS’nin hastanın hayat kalitesini azalttığını ancak yaşam süresini azaltmadığını aktaran Örmeci, diyet ve egzersizin hastalık şiddetinin azaltılmasında önemli bir faktör olduğunun reflüyü tetikleyen faktörlerin ise aynı zamanda İBS’yi de tetiklediğine işaret etti. Örmeci, hastada yaşanan karın ağrısının İBS ile kanser arasındaki en ayırt edici özelliğinin gece uykusunun bölecek düzeyde olup olmaması olduğunu belirterek, İBS’de karın ağrısının uykudan uyandırmadığını, ağrının sadece gün içerisinde yaşandığını söyledi.