Ana Sayfa Duyurular&Mevzuat TJOD dan Yasa Tasarısına Sert Eleştiri

TJOD dan Yasa Tasarısına Sert Eleştiri

Sezaryen oranları tüm Dünya ülkelerinde artış göstermektedir.

Bu oranın Çin’de %46, ABD’de %31.8, İtalya’da %40, Norveç’te %16.6 olduğu belirtilmektedir. Türkiye’de  2003  Türkiye  Nüfus  ve  Sağlık  Araştırmasına (TNSA) göre %21.2 olan sezaryen oranının, 2008 TNSA ‘da %36.7 olduğu belirtilmektedir. 2011 yılı itibarıyle Türkiye’de ortalama sezaryen oranının % 48 olduğu açıklanmıştır. Dünya Sağlık Örgütü’nün ( DSÖ ) 1985 yılındaki önerisi ülke sezaryen oranlarının %15 i aşmaması şeklinde ise de, bu oran tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için çoktan aşılmıştır. 2009 itibariyle, OECD ülkelerinde ortalama sezaryen oranı % 26 olup, DSÖ’nün oranlarının üzerindedir.

Türkiye’de elbette sezaryen oranları yüksektir ve  bir plan dahilinde düşürülmesi gerekmektedir. Bu oranların düşürülmesine yönelik dünyadaki uygulamaları da içeren geniş bir program bundan yaklaşık 2 yıl önce,Sağlık Bakanlığı’na sunulmuştur. Programla ilgili hiçbir uygulama yapılmadan, dünyada bir ilki oluşturacak şekilde, hekim sorumluluğu ve yetkisinin kanunla düzenlenmesi yoluna gidilmesi, Türkiye’nin Dünyadaki imajını zedeleyecek bir girişim olarak görülmektedir.
 
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan kanun teklifine bakıldığında;
 

 Kanun teklifi ile Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 153. maddesinde yapılan düzenleme, tıbbi endikasyon bulunması halinde sezaryen ile doğumun gerçekleştirilebileceğini belirtmektedir. Bunu  yeni bir düzenleme olarak değerlendirmek mümkün değildir. Yasa teklifi ile sezaryene ilişkin verilen izin daha önceki yasal düzenlemeler kapsamında  sezaryen engellenmediğinden zaten uygulamada mevcuttu. Kanun teklifindeki maddenin lafzi yorumuna dayanarak olandan olmayanın çıkarımı yapıldığında, Türkiye’deki sezaryen oranlarında  özellikle son dönemlerdeki   artışın nedeni olarak görülen anne istemli sezaryene izin verilmediği anlaşılmaktadır. Nitekim madde gerekçesine bakıldığında; tıbbi endikasyon olmaksızın sadece anne ve hekim isteği ile sezaryen yapılmasının önlenmesi ve doğumu yaptıran hekimin sorumluluğu amaçlanmaktadır. Yasa teklifi ile getirilen yeni düzenleme, anne istemli ya da hekimin taktir hakkını ortaya koyan sezaryene izin vermemesidir.
 .

Maddenin gerekçesine bakıldığında ise;
 
Kanunun gerekçe kısmının 4. Paragrafında, sezaryenin gerekli olduğu durumlar, sezaryenin en fazla risk taşıdığı durumlar olarak dile getirilerek önemli bir yanlışlığa neden olunmaktadır.Toplumda tartışılmadan aceleyle çıkarılmaya çalışılan yasa taslağının hazırlanmasında gerekli özenin gösterilmediği anlaşılmaktadır. 

 Kanun teklifinde tartışılması gereken husus anne istemli sezaryendir. Anne istemli sezaryende çeşitli kişisel nedenlerle anne adayı doğumun sezaryen ile sonlandırılmasını istemektedir. Anne istemli sezaryen oranının ülkemiz için %4 olduğu açıklanmışsa da bu oranın kesin olarak ne olduğu bilinmemektedir. Nitekim Amerika Birleşik Devletleri’nde New Jersey’de yapılan bir çalışmada anne istemli sezaryen oranının %2.5 olduğu belirtilmiştir Annenin sezaryen için ileri sürdüğü nedenler bu başlıklar altında toplanabilir. 

• Annenin sezaryen istemini artıran nedenlerin başında vajinal yolla doğum korkusu gelmektedir.. Özellikle ilk doğumlarını yapacak olanlarda yaşanılan  korkunun yanı sıra daha önceden komplikasyonlu doğum öyküsü bulunanlardaki korku, sezaryenin seçilmesinde etken olmaktadır.

• Ekonomik ve kültürel gelişimin sonucu olarak kadınlarda evlenme ve çocuk sahibi olma yaşı giderek yükseldiği gibi her yaşta kadınların bir ya da iki çocuk sahibi olma isteği de yüksek orandadır. Bu nedenle bu gurupta sezaryen istemi ağır basmaktadır.

• Amerika Birleşik Devletleri’nde sezaryen isteminde bulunan annelerin çoğunlukla yüksek kilolu olduğu bildirilmektedir. Ağır annelerin daha yüksek kilolu çocuklara sahip olacağı düşüncesi ile özellikle 4000 gramın üzerindeki iri bebeklerin vajinal yolla doğumunun hem annede hem de bebekte bazı zararlara neden olacağı endişesi  sezaryen istemini artırmaktadır.

• Özellikle in vitro fertilizasyon ( tüp bebek ) yöntemi  ile gebe kalmış anneler olmak üzere çoğul gebeliğe sahip annelerin de doğumu sezaryenle gerçekleştirme  istemi artmaktadır.

• Anne yeterli aydınlatma yapılmasına rağmen, kendi özgür isteği ile sezaryeni tercih edebilmektedir.

       İleri sürülen bu nedenlere bakıldığında, anne istemli sezaryenin, tıbbi bir endikasyon olmadığı savı ile ötelenerek anneyi istemediği bir tıbbi müdahaleye nesne yapmak, hele hele bu nedenle istemi yerine getiren hekime hukuki sorumluluk yüklemek gerek tıp etiği ilkeleri gerekse çağdaş hukuk kuralları açısından kabul edilebilir görünmemektedir. 
Anne isteği, ülkemizde muhtemelen önemli bir sezaryen nedenidir. Bu endikasyon gizlidir ve boyutu bilinmemektedir. “Yapılamaz” diye kestirip atmak gerçekçi değildir. Anne isteği ile sezaryenin sıklığı araştırılmalıdır. Anne isteği ile sezaryenin etik ve yasal boyutları tartışılmalıdır. Kanımızca, doğru danışma verdikten sonra anne isteği ile sezaryene olanak sağlayacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Anne isteği ile sezaryenin etik boyutları tartışılmalıdır. Etik boyut, toplumda tartışılarak tanımlanır, genelgelerle belirlenemez. Ülkemiz bu tartışmayı yeni yeni yapmaktadır. Dünya’da genel kanı,” Genel kanı, hastanın otonomisine ve bir kadının kendi doğum şeklini seçme hakkına saygı duyulmasının etik bir davranış olduğu”  yönündedir (Minkoff, H.; Chervenak, F., 2004)
Türkiye’nin altında imzası bulunan, “İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi’nin” 28. maddesi, “biyoloji ve tıp alanındaki gelişmelerin doğurduğu temel soruların, özellikle ilgili tıbbî, sosyal, ekonomik, ahlakî ve hukukî yansımaların ışığında, uygun şekilde kamusal tartışmaya konu olmasını ve bunların muhtemel uygulamalarının, uygun istişarelere konu olmasını sağlayacaklardır.” şeklindedir. Anne isteği ile sezaryen ve hastaların sezaryen tercihi , kamuoyunda yeteri kadar tartışılmadan, hekimlerin karar verme ve hastayı değerlendirme yetkisi yok sayılarak  kanunla önlenmeye çalışılmaktadır. Bu durum imza attığımız sözleşmelere aykırıdır.

İnsan Hakları

       Bilimsel tıbbın kurucusu olarak kabul edilen Hipokrat, tıp uygulamasını mitolojik anlatımdan bilimsel zemine çekerken aynı zamanda ortaya koyduğu önce yararlı olma ve zarar vermeme ilkeleri ile de etik ilkeler üzerinde yükseltmiştir. Hekime tıp etkinlik alanında baba görevini uygun gören ve bu nedenle paternalizmi savunan Hipokratik düşünce, insanlığın geçirdiği düşünsel gelişim sürecinde yerini özerkliğe bırakmıştır. 20.yüzyılda hekimlik uygulamalarının etik kodlarda ve hukuki metinlerde yazılı hale getirilmesi sürecinde en temel vurgu hastanın özerkliğine saygı gösterilmesi üzerine olmuştur. Hatta öyle ki tarihsel süreçte kendisine danışılan hekim,  hastasına danışır olmuştur.

       Uluslararası andlaşmaların yanı sıra 1998 de ülkemizde yürürlüğe giren Hasta Hakları Yönetmeliğinde de belirtildiği üzere hasta hakları, insan haklarının sağlık alanındaki yansıması olarak kabul görmüştür. Bu nedenle her ülke, iç hukukunda sağlıkla ilgili yapacağı düzenlemelerde insan haklarına saygılı ve imzalanmış uluslararası sözleşmelere uygun davranmak durumundadır. Eğer yapılacak düzenleme daha önceden izin verilmiş bir tıbbi müdahaleyi, ortadan kaldıracak ya da uygulanamayacak duruma getiriyorsa bu durumda çok daha dikkatli olunması gerektiği de bilinmelidir.  

         New York’da 16 Aralık 1966 da kaleme alınmış Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nde belirtildiği üzere insan haklarının kaynağı, insan kişiliğindeki onurdan kaynaklanmaktadır. İnsan onuru her şeyin üzerindedir.  Ayrıca, 4 Nisan 1997 de Oviedo’da imzalanmış İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi, taraf devletlere, tüm insanların haysiyetini ve kimliğini koruma, biyoloji ve tıbbın uygulanmasında, ayrım yapmadan herkese, bütünlüklerine ve diğer hak ve temel hürriyetlerine saygı gösterme görevi vermiştir. Sözleşme, “İnsanın menfaatleri ve refahı, bilim veya toplumun saf menfaatlerinin üstünde tutulacaktır” ifadesi ile bireyi ön plana çıkarmaktadır. Sözleşmenin 5.maddesi özerkliğe saygı ilkesinin gereği olarak aydınlatılmış onamı ele almakta ve “Sağlık alanında herhangi bir müdahalenin, ilgili kişinin bu müdahaleye özgürce ve bilgilendirilmiş olarak muvafakat vermesinden sonra yapılabileceğini, bu kişiye, müdahalenin amacı ve niteliği ile sonuçları ve tehlikeleri hakkında önceden uygun bilgilerin verilmesi gerektiği belirtilmektedir.

           Çocukların ve ruhsal bozuklukları bulunanların kendileri ile ilgili tıbbi bir müdahalede karar verme sürecine katılmalarını özellikle arayan bir anlayış, tıbbi bilgilendirmeyi alan sağlıklı anne adaylarının kendileri ile ilgili olan bir tercihte bulunmalarına izin verilmemesini hiç kuşkusuz ki insan onuru ile bağdaştırmamaktadır. Çünkü; Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi 7.madde ile, kendi özgür oluru ile bir kişiye tıbbi deneye katılım izni verirken, bir anne adayının kendi özgür oluru ile tıbbi aydınlatma sonucu sezaryeni tercih etmesini hukuka aykırı olarak nitelemek ve hele hele bir zarar oluşmamasına rağmen sezaryeni gerçekleştiren hekime sorumluluk yüklemek pek anlaşılır görülmemektedir.

FIGO’nun da belirttiği üzere herhangi bir tıbbi müdahaleden önce kadının bilgilendirilmiş rızasının alınma zorunluluğu temelde insan haklarına saygıdır. Alınan bu onamın, bağımsız, tehdit ya da uygun olmayan teşviklerden uzak, hastanın uygun ve anlaşılır bir söylemde ve dilde alındığı hususunda bir kuşku yoksa uygulanmasının önlenmesi ise insan haklarına aykırı olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca, fiziken ve ruhen kendisi ile ilgili konularda  kendisi ile ilgili karar verme yeteneğine sahip bir anne adayının, sosyokültürel, ekonomik  ya da diğer nedenlerle sezaryeni tercih etmesi insan hakları bağlamında saygı duyulması gerekli bir karar olarak değerlendirilmelidir.

Hekim endikasyonlarının kanunla düzenlenmesi, Dünya’da bir ilki oluşturmaktadır.Yasa tasarısı bu haliyle Türkiye’nin Dünya’daki imajını bozacak niteliktedir. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de hekimlik yapmak çeşitli ön şartlara bağlıdır. Nitekim 1218 sayılı 1928 tarihli Tababet ve Şuabat-ı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun kimlerin ülkemizde hekimlik yapabileceğini belirtmiştir. Buna göre hekimli yapmak Kanunlara dayalı bir hakkın ve yetkinin icrasına dayanır.

Hekim tıbbi görevlerini yerine getirirken yapmış olduğu müdahaleler tıbbi müdahale olarak adlandırır. Klasik manada tıbbi müdahale; koruma,  tanı, tedavi ya da rehabilitasyon amacına yönelik olmalıdır.  Bu nedenle tıbbi müdahalede tıbbi bir endikasyonun bulunması istenmektedir. Endikasyonlu tıbbi müdahalenin Hipokratik tıp anlayışına göre öncelikle yararlılık ilkesine dayanması gerekmektedir. Yararlılık ilkesi bazen daha az zararlı olan müdahalenin yapılması anlamını da taşıyabilir.  Hatta bazı zamanlarda mevcut durumun korunması önce zarar vermeme ilkesi bağlamında yararlılık ilkesine hizmet etmiş olacaktır.

Bu bilgilere dayanılarak tıbbi müdahalenin yapılmasında hekimin meslek bilgisinden kaynaklanan hak ve yetkisi ön plana çıkmaktadır. Bazı durumlarda aynı hasta için farklı tıbbi müdahale seçeneklerinin olması ve bu seçeneklerin bilimsel akademik ortamlarda ya da kürsü kurullarında tartışılması yukarıda zikredilen Kanun’un adındaki tıbbın aynı zamanda bir sanat olmasından kaynaklanmaktadır. İşte hekim, kendisine verilen hak ve yetkileri kullanarak görevini yapması halinde yapmış olduğu ya da yapmamış olduğu kanıta dayalı tıp bağlamında gerekçelendirmelidir.

Dünyada ve ülkemizde en hızlı gelişen meslek alanı hekimliktir. Bu nedenle  tıbbi müdahalenin klasik tanımı da değişmek zorunda kalmıştır. Değişen şartlar içerisinde yapılan bazı tıbbi müdahalelerde de yararlılık ilkesinin ve bunun bir endikasyona dayanması imkansız görünmektedir. Buna en güzel örnek canlıdan canlıya böbrek naklidir. Burada vericinin böbreğini vermesine ilişkin tıbbi müdahalede vericiye yönelik bir yarar ve bir endikasyon bulunmamaktadır.  Estetik amaçlı operasyonlarda da tıbbi endikasyon bazen problem olabilmektedir. Son dönemlerde yapılan kompozit doku nakilleri gibi.

İşte tam bu aşamada etik ilkelerden özerkliğe saygı ilkesi ön plana çıkmaktadır. Kişinin özgür iradesi ile yaş ve akıl olarak temyiz kudretine sahip olması durumunda insan onurunu ortaya koyan özerk kararına saygı gösterilmesi önem kazanmaktadır. Tıbbi uygulamalarda özerkliğe saygı ilkesinin hayata geçirilmesi hekime, yapılacak tıbbi müdahale ile ilgili gerekli bilgiyi anlaşılabilecek söylem ve dille hastaya aktarma görevini ve sorumluluğunu yükler. Aydınlatmanın özellikle yararlar ve riskler yönünden yeterli olması, farklı seçeneklerin hastaya sunulması halinde hukuken sorun yaratmayacağı kabul edilmektedir. İşte bu durumda tıbbi müdahalede endikasyon, sadece hekim tarafından konulan tıbbi bir kavram olmaktan çıkar, hastanın da müdahil olduğu bazı durumlarda psikolojik, bazı durumlarda sosyal bazı durumlarda da kültürel bir kavram olabilir. Anne istemli sezaryende de aydınlatmanın yeterli halde yapılması eylemi tıbbi müdahale haline getirir.

İşte o zaman birey, İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi’nde de belirtildiği üzere menfaatleri doğrultusunda sağlık gereksinimleri ve mevcut kaynakları dikkate alarak, kendi yasal yetkileri dahilinde, uygun nitelikteki sağlık hizmetlerinden adil bir şekilde yararlanabilmesini talep ederek standartlara uygun bir hizmet alabilecektir.

Malpraktisle ilgili düzenleme

* Kanun teklifinin tıbbi endikasyona dayalı  sezaryende gerek sezaryenin uygulanmasında ve gerekse istenmeyen bir sonucun meydana gelmesi halinde medikal malpraktis açısından hekimin ceza hukuku, tazminat hukuku ve idare hukuku yönünden sorumluluğu ile ilgili bir yenilik getirmediği, sadece malumun ilanı olduğu görülmektedir.

** Kanun teklifinin üstü kapalı olarak (Madde gerekçesinde açık olarak) anne istemli sezaryeni ve hekimin taktir hakkına dayalı sezaryeni kabul etmediği, bu durumda sezaryeni gerçekleştiren hekime sorumluluk yüklediği anlaşılmaktadır. Bu sorumluluğun ne olacağı yönünde açıklık bulunmamaktadır. Mesela; ceza hukuku yönünden Türk Ceza Kanunu’nda yapılacak yeni bir düzenleme ile sezaryeni yasaklayıp buna aykırı davranan hekime uygulanacak yaptırımı içeren özel bir madde ihdas edilebileceği gibi, anne istemli sezaryen ve hekimin taktir hakkına dayalı sezaryen Türk Ceza Kanunu’nda “Vücut Dokunulmazlığına Karşı Suçlar” başlığı altında bir yaralama suçu olarak sayılabilir. Bu durumda yaralama suçunun taksirle mi yoksa kasten mi işlendiği sorunu gündeme gelebilir. 
Hekimin malpraktis yükünün bu maddeyle hafifletilemsi mümkün değildir. Eğer bu konuda gerçek bir katkı yapılması düşünülüyorsa, malpraktis cezalarında, tıpkı gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, kurumsal sorumluluk ve ödemeyi gündeme getirme, ve mesleki dokunulmazlığın önünün açılması gibi düzenlemeleri tartışmak gereklidir..

Bu nedenle Kanun teklifinden önce ;

1. Son dönemlerde inanılmaz boyutlara varan hekime şiddete ve hekim karşıtı asılsız haberlere karşı yasal ve stratejik önlemler alınmalıdır. Hekimi değersizleştiren politikalar medikolegal baskılarla birlikte hekimi normal doğumun olası risklerini almamaya itmektedir.
2. SGK nın özel hastanelerden hizmet satın alması süreci ile sezaryen oranları arasındaki ilişki değerlendirilmelidir. Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın başladığı 2002 yılında % 21 olan sezaryen oranlarının 2012 yılında neden %48’lere çıktığı iyi sorgulanmalıdır.
3. Sağlık Bakanlığı, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve sorunun çözümüne katkıda bulunabilecek tüm kurumlar yanyana durmalıdırlar. Ana hedef “daha az sezaryen” değil, “daha doğru doğum yönetimi” olmalıdır.
4. Konu ile ilgili sürekli medikal eğitim programları desteklenmeli, sivil toplum kuruluşları ve klinikler tarafından klinik kılavuzlar oluşturulmalıdır. Her klinik kendi programını oluşturmalıdır.
5. Sezaryen ve  doğum takibi ile ilgili konular (intrapartum yönetim, fetal monitorizayon, travayın indüksiyonu, , eksternal versiyon v.b.) ile ilgili paneller, oturumlar,  bölgesel toplantılar düzenlenmelidir.
6. İcapçılık gibi bir sistemin sezaryen oranını arttırması olasıdır, değerlendirilmelidir.
7. Doğumda ağrının azaltılması, epidural anestezi uygulamaları yaygınlaştırılmalıdır. Bir çok annenin normal doğuma karşılaşacağı ağrı nedeniyle istekli olmadığı bilinmektedir.
8. Hedef, ilk sezaryenleri azaltmak olmalıdır. Sezaryen sonrası vajinal doğum (SSVD) ABD lerinde 1986-1996 yıllarında denenmişse de, sonradan bu yaklaşım büyük ölçüde terkedilmiştir.
9. Ekibin gebeyi karşıladığı, gelişmiş kamu sektörü ve özel sektör anne-çocuk hastaneleri desteklenmelidir.
10. Yüksek Okul mezunu ve donanımlı ebe-hemşire yetiştirme süreci hızlandırılmalıdır.
11. Doğum Takibi  ve doğum tek kişilik doğum ünitelerinde gerçekleştirilmeli, bire-bir ebe-hemşire desteği sunulmalıdır.
12. Vajinal doğum ve sezaryen ile ilgili gebeler için bilgilendirme kitapçığı / broşürler hazırlanmalıdır. Gebe bilgilendirme sınıflarının kurulmalıdır. Gebeye doğum yapacağı yer ve yöntemi konusunda danışmanlık verilmelidir. Gebelere sezaryen ve vajinal doğum için bilgilendirme ve onam formu sunulmalıdır.
13. Meslek kuruluşlarının katılacağı “Medya Kampanyası “yapılmalıdır. Bu kampanyalarda sağlık hizmetini sunanların değersizleştirilmesinden mutlaka kaçınılmalıdır.
14. Kliniklerde “değerlendirme-geri bildirim” modelleri başlatılmalıdır. Her klinik kendi iç denetim sistemini kurmalıdır. Haftalık-aylık iç toplantılar yapıp, toplam ve kişisel sezaryen oranlarının değerlendirildiği, endikasyonların tartışıldığı, formatlanmış rapor haline getirildiği sistemler oluşturulmalıdır.
15. Oranın göreceli olarak çok yüksek olduğu kliniklerde dış denetleme uygulanabilir. Bu noktada TJOD ve Sağlık Bakanlığı birlikte görev alabilirler. Kliniklerin akreditasyonu süreci de dış denetleme amacıyla kullanılabilir.

16. Fazla sezaryen yapan Kadın – Doğum uzmanlarının eğitime alınmasıyla bu sorun çözülmez. Sezaryenin gerekli ya da gereksiz olduğuna hekim karar verir. Dünya’nın hiç bir yerinde yalnızca sezaryen oranı yüksek diye hekime para cezası kesilen bir ülke yoktur.Hekimin gereksiz sezaryen yaptığına kim, hangi koşullarda karar verecektir.Eğer uygulama, hekimin sezaryen olması gereken olguyu da normal doğuma zorlamasına yol açar ve anne- bebek sağlığı tehlikeye girerse bunun sorumlusu kim olacaktır?. Yasaklama ve cezalandırma yöntemleri uzun vadede , toplum sağlığını olumsuz etkileyecektir.
17. Tüm kurumların sezaryen oranları aynı havuzda değerlendirilmemelidir. Sezaryen oranları kurumların niteliğine göre değişir. Bir tersiyer merkezdeki, bir hizmet hastanesindeki ve A sınıfı bir özel hastanedeki sezaryen sebepleri birbirinden çok farklıdır ve değerlendirmeler buna göre yapılmalıdır.
18. TJOD, toplumun geleceğini öngören, genç nüfusun korunmasını amaçlayan, sosyal nüfus politikalarına karşı değildir. Böyle bir sonuca ulaşmanın yolu, yasaklama ve cezalandırmalar olmamalıdır. TJOD kadın-doğum hekimleri ve SBnın el ele vererek oluşturacağı uzun soluklu planlarla sonuca ulaşılabileceğini düşünmektedir.

SONUÇ

Hekime yönelik şiddetin arttığı, hekimin performans sistemiyle ezildiği bir ortamda, anne ve bebeğin zarar görmediği bir sezaryen operasyonunda bile hekimi cezalandırmayı ve yargılamayı amaçlayan bir düşünce yasa tasarısına hakimdir.

Daha önce Sağlık Bakanlığı’na sunulan ve yüksek sezaryen oranlarını düşürmeye yönelik tedbirlerin hiçbiri alınmadan, sadece hekimi cezalandırmaya çalışmak, sorunu çözmeyecektir.

Sezaryen oranlarının düşürülmesine yol açmayacak, hekimin malpraktis yükünü hafifletmeyen, aceleyle hazırlanmış bu yasa tasarısı geri çekilmelidir.

Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği ( TJOD )