W- Pamukkale Üniversitesi KBB ABD Öğretim Üyesi; bir çok vakıf ve dernekte yönetim kurulu üyesi, köşe yazarı, TV sağlık programı yapımcısı, girişimci Prof Dr Bülent Topuz’dan farklı değerlendirmeler alacağız.
Sevgili Hocam Tıp dışında da farklı akademik kariyer yaptığınızı biliyoruz bize hem kendinizden hem de zengin dünyanızdan bahseder misiniz?
B.T.- Pamukkale Üniversitesi 1992 yılında kuruldu. Tıp Fakültesine atanan ilk beş kişiden biri sayılırım. Fakültenin kuruluş günlerinde göreve başlayınca şu ya da bu şekilde kurucu ekibin bir parçası oluyorsunuz ve bir takım idari görevler veriliyor. Anabilim dalı başkanlığı, başhekim yardımcılığı, bölüm başkan yardımcılığı, fakülte yönetim kurulu üyeliği derken, 1997 yılında önce Tıp Fakültemizin sonra üniversitemizin işletme müdürü oldum. Bir milyon bütçe ve bir milyon borç ile devir aldığım işletmeyi, sekiz yıl yönettikten sonra; 43 milyon bütçe, sıfır borç ve 6 milyon nakit para ile bıraktım. İşletme müdürlüğünü ilk dört yılını yaratılışım ve yaşadığım tecrübelerden hareketle yaptım. İkinci dört yılda ise aldığım yüksek lisans dersleri sayesinde bilimsel yöntemleri kullanma fırsatım oldu.
Her iki dönemde de en büyük rehberim liyakat esaslı iş yapmak oldu.
Bir profesör olarak öğrenmenin başına döndüm ve PAÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yönetim Organizasyon Anabilimdalı’nda dört dönem;
-İşletmelerde stratejik yönetim ve planlama
-İnsan kaynakları yönetimi
-Yönetim psikolojisi
-Kültürün yönetim faaliyetlerine etkisi
-İşletmelerde değişim yönetimi ve liderlik davranışları
-Küçük ve orta ölçekli işletme ve şebeke organizasyonu konularında yüksek lisans dersleri aldım.
Yüksek lisans dersleri almak ufkumu tahmin edemeyeceğim kadar açtı. Kendi alanında bilgi birikimine ve uygulamalı tecrübeye sahip bir hekim olarak, farklı bir alanda ders alırken, bana ders veren hocalardan çok şey öğrendiğimi, onların da benden öğrendiklerini gördüm. Üniversite olmanın gereği bu olsa gerek diye düşünüyorum. Çevremdeki bazı akademisyen arkadaşlar gibi ben de Açık Öğretim Fakültesi’nde okuyorum. Ben Kamu Yönetimi bölümünü tercih ettim, ama yüksek lisans dersleri almak ile mukayese ettiğimde çok yavan kalıyor ve bana katkısı olduğunu düşünmüyorum.
Bir insanın kırkından sonra eğitilebileceğini kendi üzerimde gördüm. Farklı disiplinlerin bir sohbet ortamında birbirlerini eğitmeleri şeklinde tariflenebilecek yüksek lisans dersleri, kafamda bir projeye dönüştü;
Her öğretim üyesinin alan dışı bir konuda yüksek lisans dersi almasının teşvik edilmesi.
Böylece sanat tarihi, arkeoloji, tarih, sosyoloji gibi etrafımda özel merakları olduğunu gördüğüm akademisyenlerin bilimsel disiplin içinde bu meraklarının tatmin edilmesi ve bu ortamın multidisipliner çalışmaya zemin teşkil etmesi. Hayalim buydu, ancak 40 yıla yakındır üniversite camiasında bulunan biri olarak şunu söyleyebilirim ki üniversiteler kötü idi, daha kötü oldular.
Demem o ki, bu tür bir uygulamanın zemini gün geçtikçe kayboluyor. Belki de bu benim yaş grubumun sorunudur, fazla da kötümser olmamak lazım…
Sonuç olarak, ben bu projemi gerçekleştirecek fırsatı bulamadım. Ama projemdeki ciddiyetimi ortaya koymak ister gibi iki dönem felsefe dersleri aldım. Bu derslerin almamın sebebini ve sonucunu da şöyle açıklayabilirim. İnsan belirli bir yaşa ve tecrübeye ulaşınca konuşuyor. Ben bu konuşmaları taşma olarak değerlendiriyorum. Aslında dolu olmadığımızın farkındayım, neyimize taşıyoruz ki? Okuduğun, aldığın, gördüğün her bilgiyi düzensiz bir şekilde bagaja atmışsın, artık yer kalmamış ve taşıyor. Sonra bagajını boşaltıp irili ufaklı kutuları yeniden yerleştiriyorsun, bir de ne göresin, daha bagajın yarısı bile dolu değil. Yani felsefe dersleri dimağın ne kadar dolu olduğunu, ne bildiğini gösteren bir sistematik yerleştirme rehberi gibi.
Felsefe derslerinden edindiğimin özeti şudur ki, felsefecilerin tamamı istisnasız güzel insanı ve güzel ahlakı tarif etmeye çalışmışlar. İlginç olan şu ki, birbirleri ile çelişmemişler. Ben inançlı bir insan olarak bu tespitimden ilahi bir mesaj çıkarırım. İnsan içinde bir iyilik mayası ile var edilmiş. Kimin Allah’ın sevgili kulu olduğunu da ancak yaratan bilir.
W- Bilimselliğe bakışımızı ve akademik dünyamızın bu iklim içindeki durumuna ait düşüncelerinizi alabilir miyiz?
B.T.- Ben bilime inanmıyorum diye sert bir çıkışım vardır benim. Tabii bu hali ile şaşırtıcı ve itici oluyor ama açarsam ne demek istediğim anlaşılır sanırım;
Ben üretime inanıyorum. Üretimin sorunları olur. Bu sorunları çözmeye birileri talip olur. Bu birileri, materyal metot bilen, benzer sorunların dünyada nasıl çözüldüğünü araştırma ve anlama yeteneği olan biridir. Araştırması ve anladıkları üzerinden soruna bir çözüm önerisi getirir. Bu çözüm önerisi denenir ve bunun neticesinde ya daha az maliyetli bir ürün, ya da daha kullanışlı bir ürün ortaya çıkar. Sorunun tarifi, çözümün hipotezi, denemeler ve sonuçlar bir yazıya dökülür ise ortaya bir bilimsel yayın çıkar. Ama bu aslında bir yan üründür. Asıl olan sorun ve çözümüdür.
Türkiye’deki üniversitelerde biz sorunlarla uğraşmıyoruz. Öncelikle, hangi alanda çalışma yaparsak yabancı dergilerde yayınlanır diye araştırma yapıyoruz. Yaptığımız çalışmaların arkasını getirmiyoruz. Doçent ve profesör olmak için, yani kendimiz ve kişisel dosyamız için çalışıyoruz.
Profesör olduktan sonra çalışmayı bırakıyoruz.
Profesörlere yayın zorunluluğu getirilse yine sonuç değişmez. Biz yine sanayinin, toplumun sorunları çözmek yerine, sadece yayın yapmak için uğraşırız. Benim alanımda, uluslararası dergilerde yayınlanan çalışmalarımızdan orijinal olanları, çokuluslu ilaç firmaları tarafından ürüne döndürülüp benim ülkeme satılıyor.
Tüm dünya çok uluslu şirketlerin değirmenine su taşıyor.
Ben YÖK yetkilisi olsam; toplumun durumunu tespit eden epidemiyolojik çalışmalara ve ekonomik giderleri azaltma potansiyeli olan maliyet analizi yapan çalışmalara, hangi dergide yayınlandıklarına bakılmaksızın ekstra puan verirdim.
W- Size göre entellektüel birikimimiz nasıl ?
B.T.- Entelektüel birikime ihtiyacı olmayan bir toplumuz. Ya bir tarikat liderine, ya bir siyasi lidere, ya bir aşiret liderine tabiyiz.
Liderler bizim yerimize düşünüyor ve konuşuyor.
Biz ne düşünmemiz ve konuşmamız gerektiğini onlardan öğreniyoruz. Liderler uymanın dayanılmaz konforunu yaşıyoruz. Bir tarafta fikir tembelliği, diğer tarafta kim takar senin fikrini havası var. Bu hali ile bu toplum kadüktür. Her hareketin çapı, ufku, varabileceği menzil liderinin kapasitesi ile sınırlıdır. Bu kervanın yol alması zordur.
Geçmişte ve içinde yaşadığımız yıllarda yaşadığımız travmatik sorunların mesuliyeti erk sahibine tabi olan entellektüellerin olacaktır. Baş örtüsü yasağı gibi bir zulme sesini çıkarmayan sol entelektüeller; tarikat mensubunun, sırf bu mensubiyet ile makam sahibi olmasına ses çıkarmayan muhafazakar entelektüeller; teröristin devlet televizyonunda konuşturulmasına susan milliyetçi entelektüeller, yaşadıklarımızın sorumlusu olacaklardır. Yoksa siyaset siyasetin gereğini yapacaktır. Kazanmak üzerine kurul siyasi rekabetten büyük erdem beklemek boşunadır.
Bana göre entelektüel çapa vazifesi görmesi gerekir.
Zamana, zemine ve kişilere bağımlı olmayan bir duruşu olur. Doğruyu, olması gerekeni ve hatta ütopik olanı tarif eder. Siyaset doğası gereği pragmatizmin gereğini yaparken, kulağı entelektüelde olur.
W- Maslow‘un ihtiyaçlar hiyerarşinin toplumuzdaki karşılığına ait yorumunuz nedir?
B.T.- Biz ihtiyaçlar hiyerarşisinin birinci basamağından ikinci basamağına bir takım derslerden borçlu geçmiş, ikinci basamağa takılıp kalmış, ancak tüm sorunlarını üçüncü basamaktan çözmeye çalışan bir toplumuz. Açmaya çalışalım;
Birinci basamakta yeme, içme, cinsellik gibi fizyolojik ihtiyaçlar vardı. Toplum olarak bu basamaktaki ihtiyaçlarımızı tam karşılayamadan bir üst basamağa geçince haliyle borçlu geçmiş oluyoruz. Yani bazı ihtiyaçlarımızı zamanla halledeceğimizi düşünüyoruz.
İkinci basamakta can, mal ve iş güvenliği ihtiyacı vardı. Terörist faaliyetler bakımından huzurlu ve huzursuz dönemleri peşisıra yaşayan; enflasyon, işsizlik gibi sorunların tehdidi altında; yani tam olarak güven içinde olmayan bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Erkeğin kadına, sapığın kızlara ve çocuklara yönelik şiddeti ayrı bir sorun. Bu şiddet türü en güvenli şehirlere ve en sakin sokaklara kadar girebilme potansiyeli bakımından belki de terörden daha tehlikeli. Uyuşturucu kullanımının giderek yaygınlaşması ve yaşının düşmesi başlı başına bir güvenlik sorunu.
Gelelim üçüncü basamağa. Bu basamak kendini bir yere, bir kesime ait hissetme ile tarifleniyor. İşte bu basamakta sorun yok. Sorun yok dedi isem, ait olma konusunda sorun yok; yoksa tüm sorunlarımızın kaynağı bu basamakmış gibi gelir bana. Adeta biz hayata bu basamaktan başlıyoruz. Ailemiz bize ait olabileceğimiz bir yer çoktan belirlememişse bile, biz kısa yoldan bu işi hallediyoruz. Önce bir sosyal grubun içine dahil oluyoruz. Sonra bu grubun bizi iş güç sahibi yapmasını umuyoruz, bekliyoruz ve talep ediyoruz. Yani fizyolojik ihtiyaçlarımızı bu basamaktan çözmeye çalışıyoruz.
Aynı şekilde güvenlik sorunumuzu da bu basamaktan çözmeye çalışıyoruz. Çocuklarımızı güvendiğimiz okullara, yurtlara, kurumlara emanet ediyoruz. Uyuşturucu kullanmasınlar, peygamber ahlakı ile yetişsinler, okusunlar, iş bulsunlar, kendilerini ve hatta bizi kurtarsınlar. Ama dedim ya biz ilk iki basamağın hakkını vermeden basamak atladığımız için hayat istediğimiz gibi yürümüyor. Güvenlik kaygısı ile en iyi bildiğimiz yere teslim ettiğimiz çocuğumuz tam da bizim korktuğumuz konudan istismara uğruyor. Peygamber ahlakı ile donansın istediğimiz yavrumuz ahlaki çöküntünün ortasına düşüyor.
Kişisel çıkarlarımız ile ait olduğumuz grubun çıkarlarını özdeşleştiriyoruz. Bu durum grubun zaaflarını görmezden gelme ile sonuçlanırken, diğer grupları kendimize ve grubumuza karşı tehlikeli buluyoruz. Tedbirler alıyoruz, savunma refleksleri geliştiriyoruz. Güvenlik ararken güvenlik sorunu yarattığımızın farkında bile değiliz.
İhtiyaçlar hiyerarşisinin dördüncü basamağı olan beğenilme ve takdir edilme ihtiyacını grup içinden bekliyoruz ve bunu yeterli buluyoruz. Grubumuzun dışındakilerin ne beğenisi ne de eleştirisi bizi ilgilendirmiyor…
W- Sevgili Hocam değerli görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ederiz.
B.T.- Ben teşekkür ederim. Çocukluğum bir köyde geçti, devlet beni parasız yatılı okuttu, tıp fakültesi gibi pahalı bir eğitimi bedelsiz aldım. Bu devlete borcumu ödeyebildim mi bilemiyorum. Köyümde 40 kadar çocuğun içinden Allah bana bugün sahip olduklarımı nasip etti. İstediğine nasip edebilirdi, bana lütfetti. Bu lütfun karşılığını ödemem gerekir diye düşünüyorum. Çabam, telaşım ve varsa bir sitemim bundandır…