Ana Sayfa Görüşler Hukuk, Hakim ve Hekim

Hukuk, Hakim ve Hekim

Prof. Dr. Dr. h. c. Yener ÜNVER

 

Özyeğin Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı

Hukuk, Hakim ve Hekim


 

W- Türk Ceza Kanunu’nun 4. maddesine göre ‘Ceza Kanunlarını Bilmemek Mazeret Değildir” Kuralını hekimler idrak edebilmiş midir? Hekimlerde sanırım fazla iyi niyetli bir direnme ve rahatlık var!

Y.Ü.-Aslında hekimler de diğer sağlık emekçileri de tüm mevzuatı bilmeseler dahi, ceza hukukunda geçerli bu kuralı büyük çoğunluk itibariyle bilmektedirler. Fakat hem bir soruşturma veya dava ile karşılaşmadıkları hem de Etik veya Adli Tıp alanında çalışanların mesleki çalışmalar veya meslek etik anlayışına atıfla rahatlatmaları, kendilerini bu tür hatalı bir anlayışa ve rahatlığa sevk etmektedir. İyimserlik kişisel olarak rahatlatsa dahi, hukuksal sorunları filtreleyen bir şey değildir. Özellikle de ceza hukuku açısından bu sakıncalı bir tutumdur. Çünkü, bu rahatlığın nedeni etik yorumlar veya meslek dayanışmasına dayalı açıklamalar, hekimleri veya sağlık emekçilerini koruyan değil, tehlikenin içine atan bir yönlendirmedir. Uğraşı alanları ve somut konular insan hakları ile ilgilidir ve hukuksal koruma mekanizmalarından bu meslek mensupları muaf değildir. Hukuk alanındaki riskleri görüp buna göre sağlıklı tercihler yapılmalıdır.


W-
Uygulanan performans sistemi davalı olan hekim tarafından mazeret olarak sunulabilir mi? “Performansımı sağlamak için yoğun çalıştım, vakada varsa eğer  hata bu sebeptendir anlamında”…

Y.Ü.-Performansa dayalı sistem, bu konuda bir mazeret nedeni değildir. Bu ne aydınlatma eksikliğinin ne de tıbbi standarda aykırı tedavinin yol açacağı hukuksal sorunlar için bir mazeret değildir. Bir yargıç hakkında verilen bir kararda, iş yoğunluğu görevin ihmali suçu açısından mazur kabul edilmekle birlikte, bunun yerleşik ve emsal bir içtihat olmadığını, tek bir kararda bu sonuca varıldığını ve kolaylıkla sağlık hukuku alanında genelleşemeyeceğini bilmek gerekir. Kaldı ki, yargı kararları her zaman değişir ve kanuni gereklilikler bu şekilde aşılamaz. Performans bir taraftan idari alandaki sorunları önlemek bir taraftan da fazla gelir odaklı olduğu için, bu gerekçeye sığınmak girişimi oldukça zor ve riskli bir çaba olur. Burada idare alanında düzeltilmesi gereken ve sağlık emekçilerine uluslararası standartta bir hastaya ayıracak zaman ve işyükü ağırlığını aşmayacak ortam, zaman, ücret ve diğer imkânların sağlanması gerekir. Ancak, dinleyici veya okuyucuyu yanıltmamak koşuluyla, bu gerekçe ve sorunun ceza hukuku dışında da diğer kamu görevlileri için de birçok davada gündeme getirilerek, farklı hukuk kurumlarıyla ilgili lehine bir sonuç çıkarmaya dönük kullanıldığını ve birçok yeni makale ve yargı kararında irdelendiğini bilgi olarak da vermek gereği duyuyorum. Şu an itibariyle bu gerekçe, fiilen doğru da olsa, ceza hukukunda bir hukuka uygunluk ya da mazeret nedeni olarak benimsenmiş değildir.

 

W- Özel veya T.C.Sağlık Bakanlığına bağlı sağlık ünitesinde bir hasta tarafından açılan malpraktis davasının direk muhatabı kurum mu yoksa sağlık personeli-leri midir? Kusursuz sorumluluktan ne anlamalıyız?

 

Y.Ü.- Öncelikle bu sorunun sadece özel hukuk (tazminat konulu) bir davaya ilişkin olduğunu, ceza hukukundaki ‘ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesi” gereğince, disiplin ve/veya ceza soruşturması ile ceza davalarının ancak muhatap kişiye karşı yöneltilmesi gerektiği unutulmamalı. Halen kuruma karşı davanın açılması uygulamasına başlanıldı. Bu uygulamanın benimsenmesi, yakın tarihte oldu. Ancak, ilgili resmi kurumun da Anayasa ve Devlet Memurları Kanunu uyarınca muhatap sağlık emekçisine rücu ederek ödenen tazminatın bu kişiden kurum lehine alınması hakkı her zaman mümkün ve bu tür bir girişim her an beklenilebilir bir şeydir. Kusursuz sorumluluk ceza hukukunu ilgilendiren bir kavram olmayıp, hakkaniyet düşüncesiyle özel hukuk sorumluluğunda ilgili kişinin statü, yapılan davranış; eylem alanı ve fedakarlığın denkleştirilmesi gibi mülahazalarla, karşı tarafa verilen bir zararın kusurlu bir davranış olmasa dahi tazminini ifade eder. Ama ceza hukukunda geçerli bir durum değildir.

 

W- Hastalığın şiddetinin ve olası komplikasyonlarının abartılması, en seyrek rastlanan komplikasyonların sık görülüyormuş gibi sunulması suretiyle hastaların korkutulması ve riskli de olsa bilinen standart yöntemlerden çekinilmesi, yani defansif tıp durumu tıp etiğinin mi yoksa tıp hukukunun mu konusudur?

 

Y.Ü.- Öncelikle şuna dikkat etmek gerekir. Standarda aykırı tıbbi müdahaleyi tam da defansif tıp olarak algılamak hatalıdır. Burada taksirle değil, kasten ve hukuka aykırı olan, başta da ceza hukukunun ve ayrıca diğer hukuk dallarının yaptırım mekanizmaların işleyeceği hem hukuka hem tıbba aykırı bir tutumla karşı karşıyayız. Defansif tıp gerekli ve standarda aykırı bir uygulamadan kaçınmaktır. Bu hukuksal bir sorundur. Bunun etiği de ilgilendirmesi, hukuku ilgilendirmediği anlamına gelmeyip, öncelikle hukuku ilgilendirdiği gözden kaçırılmamalıdır. Etiğin buna nasıl bir tepki vereceği hiç önemli olmayıp, hukuka aykırı bu davranışın birçok hukuk dalı açısından yaptırım gerektiren bir davranış olduğu kuşkusuzdur. Tıp etiğinin de genel etiğin de buna göz yumması veya mazur görmesi asla kabul edilebilir bir husus değildir. Ama etik kurala aykırılık her zaman yaptırıma dönüşemeyebilir veya etkisiz bir yaptırıma yol açabilir ise de, bunun hukuksal düzenleme, ilkeler ve mekanizmalarla hiçbir ilişkisi bulunmayıp, etikten tamamen bağımsız olarak her halükarda bu bir insan hakkı sorunu ve hukuk konusudur.

 

W- Sağlık personeli arasında “halkımızın ve hukukçuların sağlık kuruluşlarına-personeline önyargısı var” düşüncesi mevcut. Hatta artan şiddetin de kaynaklarından olduğu düşünülmektedir. Bu konuda ki düşüncenizi alabilir miyim? 

 

Y.Ü.-Ben bu tür bir önyargının olmadığını söyleyemem. Ama bu çok yaygın ve her tür şiddetin nedenidir demek de hem bilimsel olmaz hem münferit vakalardaki şiddeti sağlıklı açıklamaz. Halkın ve hukukçuların sağlık emekçilerine, belki de hiçbir mesleğe vermedikleri değeri verdiklerini ve çok saygı duyduğunu da unutmamak gerekir. Bir ölümle sonuçlanan tedavi müdahalesi sonrasında veya ekonomik nedenle yapılan tartışmalar ya da doktor/ambulansın gecikmesine gösterilen agresif, hukuka aykırı ve çoğu kez de abartılı tepkileri hiç şüphesiz üzüntüyle yaşıyoruz. Bu alandaki haberlerin bilinçsizce ve şiddeti dolaylı teşvik edercesine veren yazılı veya görsel basın haberlerinin etkisinin olmadığını söyleyemeyiz, bazen bu arka arkaya gerçekleşen vakalarla da kolaylıkla anlaşılıp tespit edilebilmektedir. Medyanın olumsuz katkısı maalesef var. Ancak sosyal hukuk devletinin yeterince işlememesi, insanların içinde bulundukları çaresizlik durumunun da bir etkisi olduğu gözlemlenmelidir. Sanırım bunlar kadar önemsenecek iki önemli nokta da, güvenlik zafiyeti ve bununla bağlantılı bu tür eylemlere hukukun gerekli reaksiyonu göstermemesi ile zayıf göstermesi ve nihayet hasta veya yakınlarıyla bir iletişimsizlik veya sağlıklı yönetilip yürütülemeyen bir iletişim ilişkisini de dikkate almak gerekir.

 

W- Toplumda giderek artan şiddetin (sağlıkçılara ve kadınlara vd.) kaynağını siz nasıl açıklıyorsunuz?

 

Y.Ü.-Bunun birçok nedenini birey olarak da ceza hukukçusu olarak da gözlemliyoruz. Maalesef ülkemizde bu alanda çalışan bir kriminoloji enstitüsü olmadığı gibi, sınırlı polis veya adalet istatistiklerinin de ilgili çevrelerce dikkate alınıp, bilimsel verilerle analiz edilerek çare düşünüldüğünü söylemek zor. Bu nedenle en asli nedeni, sadece bizi etkileyen medya haberleri veya şahit olduğumuz vaka detaylarına göre kişisel olarak vardığımız kanaati genelleştirerek söyleyebiliyoruz. Fakat yargının iyi işlemediğini, hukuk mekanizmalarının caydırıcı rol oynamadığını, hukuka aykırı yarı uygulamalarıyla gösterilmesi gereken hukuki reaksiyonun bu kişiler üzerinde özel ya da diğer bireyler üzerinde genel hiçbir önleyici veya caydırıcı etki yaratmadığı da bir gerçek. Bu vakalar önemsiz gibi ele alınmakta, hukukta çok çok istisnaen ve yargının yükünü azaltmak için getirilen yeni kurumlar sıklıkla uygulanmakta, şikâyete bağlı olmayan suçlar re’sen kovuşturulmak gerekmekle birlikte çok önemsenmemektedir. Ama çok önemli bir husus da, sağlık emekçilerinin kedilerine yönelik hukuka aykırı davranışları şikâyet ve dava konusuna dönüşmesine bir katkı sağlamayarak ilgilenmemeleri ve dava açıldıktan sonra da bununla ilgilenmemeleri bu hukuka oldukça aykırı kültürün yerleşmesine neden olmaktadır.

 

W- Sağlık çalışanlarının gereksiz yere sürekli dava edilmesinin önlenmesine yönelik adalet sisteminde mekanizma var mıdır?

 

Y.Ü.-Burada çok çok özel bir mekanizma yok. Bir taraftan, sadece bir disiplin soruşturması açılmasa dahi açılmasına yol açabilecek girişimlerin iftira ve/veya suç uydurma suçunu oluşturacağı, cezai yaptırımı gerektirdiği ve tazminata da konu olabileceği unutulmamalı ve bu yönde girişimler olmalıdır. Bunlar olursa, bu tür asılsız iddiaların sayısı hemen düşecektir. Diğer yandan, belli statüdeki sağlık emekçilerinin ceza soruşturmalarının 4483 sayılı Kanun gereğince bir idari önsoruşturmaya tabi olduğu ve bu mekanizma sağlıklı işletilirse yine asılsız iddiaların burada eleneceği unutulmamalıdır. En büyük güvence ise, soruşturma evresi ve bunun temel yürütücüsü savcılığın olması gereken ciddiyette ve titizlikle soruşturma yapmasıdır. Eğer delil olmadan veya kuvvetli suç şüphesi olmadan ceza davaları açılmaz ve soruşturma evresi savcılık ve yardımcısı polis-jandarma tarafından titizlikle yapılırsa bu başvurular azalacak, elenecek, davaya dönüşmeyecektir. Kaldı ki, iftira ve suç uydurma şikâyete bağlı değil, re’sen kovuşturulan suçlardır. Bu tespit edildiğinde, sağlık emekçileri başvurmasa dahi savcılığın bu asılsız girişimlerde yapanlar aleyhine ceza takibatına girişmesi gerekir.

 

W – Tıbbi malpraktis davalarında sizce bilirkişi kim olmalıdır?

 

Y.Ü.- Bilirkişinin kim olacağı bilirkişiye hangi sorunda başvurmak ihtiyacına göre belirlenmelidir. Hatta bilirkişiye başvurulması gerekir mi veya başvurulabilir mi sorusunun da hukukçunun da bilirkişiye başvurulabilip başvurulamayacağının da cevabı da sorunun ne olduğu ve kimin başvurduğu ile ilgilidir. Hukuksal konularda-sorunlarda kural olarak bilirkişiye başvurulamaz. Sadece yurtdışında işlenen bir suç için Türk Ceza Kununu’nun 19. maddesi işletilecekse, sorun hukuksal da olsa, bilirkişiye ve hatta hukukçu bilirkişiye başvurulabilir. Diğer teknik konularda, hukuksal soru sormamak ve kusur tespiti ile ilgili olmaksızın, bilirkişi olarak tıp mensupları ilgili sorun açısından uzman kişi bilirkişi seçilmelidir. Bazı konularda Adli Tıp Kurumu resmi bilirkişi olarak düzenlenmiştir, bunu da unutmamak gerekir. Mutlaka Adli Tıp mensubu birisine gidilir anlayışı kesin yanlıştır. Bir başka konuda uzman doktordan veya kurumdan alınacak rapor için, o konuda uzman olmayan bir adli tıpçıya gitmek hem hatalı hem de yanıltıcı olur ve hatta hukuki hatalara da tıbbi hatalı yorumlara da neden olur. Ama bazen de ilgili sorun nedeniyle bir Adli tıpçıya başvurmak gerekebilir. Yani sorulan sorunun ilgili kişi veya kurumun uzmanlık alanına dahil olması, yasal bir engel olmaması ve hakimin genel bilgisi veya hukuki bilgisiyle çözeceği bir sorun olmaması gerekir. Taraflardan bir sivil kişi, yani hakim veya savcı dışında bir kişi CMK veya HMK uyarınca bir uzmandan veya uzman kurumdan bilimsel görüş (mütalaa veya bilirkişi raporu) alırsa, burada hukuksal değerlendirme de bu kişiye veya kuruma yatırılabilir.

 

W- Malpraktis yasası gerekli midir? Mevcut yasalarımız şu an yeretli değil midir?

 

Y.Ü.- Malpraktis kanununun ne getireceği kuşkuludur. Bazı noktaların netlik kazanması açısından adeta açıklama normları olabilir. Özel hukuk veya idare hukukunda işleyişi, dava veya soruşturma sürecini yönlendirip farklılaştırabilir. Tüm ve nihai metni görüp değerlendirmek gerekir. Ama ceza hukuku açısından bir özel ihtiyaç bulunmamaktadır ve mevcut kanunlar yeterlidir; yeter ki, olması gerektiği şekilde uygulama olsun.

 

W- Eylül ayında okullarda bakanlık aşı çalışmalarına başlayacak (enjeksiyon-girişimsel) , ilköğretim çocuklarına yapılacak bu aşılarda aydınlatılmış onama gerek var mıdır? Hatta yakın tarihte ebeveyn olan bir savcımızın bu konuda davası da basına yansıdı. Hukuken değerlendirir misiniz?

 

Y.Ü.- Burada iki önemli hukuksal kavram var. Bunlar velayetle bağlantılı olarak yetkili kişinin rızası ve diğeri ise çocuğun üstün yararıdır.

Kural olarak yetkili kişinin rızası olmadan yapılan her müdahale ve bu bağlamda aşı hukuka aykırı olur. Ama aşı kanunen zorunlu ise, burada kanun uygulanmak gerekir. Kanunun Anayasa’ya veya uluslararası hukuka aykırılığı ayrı bir sorun olur ve bunun çözüm mekanizması farklıdır. Ama açık bir kanun olursa, bu uygulanmalı ve burada ilgili kişinin velayete sahip olması önemsizdir. Ancak, şüphesiz genel hukuki değerlendirmelerde aşının gerekliliği, etki kesinliği, çocuk üzerindeki sonuçları ve bu aşının etki belirsizliği ile deneme aşamasında olup olmadığı da ayrıca gözetilmelidir. Tekrar somut cevaba dönersek, eğer çocuğun üstün menfaatinin bu aşının yapılmasını gerektirdiği görülür ve velinin rızası olsun olmasın uygulanması gerekliliğine yönelik bir kanuni düzenleme olmazsa bu durumda en doğru uygulama, velayetin yargı kararıyla kaldırılarak çocuğun üstün menfaatinin korunması için aşının yapılamasıdır. Çok acil durumlarda yargı kararı çıkarılmasına gerçekten hiç zaman yoksa ve aşının çocuğun yaşamını veya sağlığını tehlikeye düşürme riski yoksa, üstün yararı o aşının velinin rızası olmaksızın uygulanmasını gerektirir. Ama bunun ilgili kurumun veya sağlık mensubunun sübjektif değerlendirmelerine dayalı bir tespit ve uygulama olamayacağı da, aksi halde keyfi ve sübjektif değerlendirmelerle rıza olmadan ve velayet hakkının gereklerine uyulmadan hukuka aykırı davranılmış olacağı kesindir.

 

W- Bir hasta aynı hekim tarafından aynı  reçete de  verilen 2 ilacın ‘ilaç etkileşimi’ sebebi ile zarar gördü. Bu etkileşim ilaçların prospektüslerinde de yazılıdır. Bakanlık reçeteli ilaç ruhsatlı ve prospektüslü bu ilaçların kullanımından dolayı “hastaya prospektüsü var, aydınlatılmış onamı hasta bizzat kendisi okuyup bu tehlikeyi tahmin etmeliydi” denir mi? Yoksa hekim ileride davalı konumunda olabilir mi? Ayrıca ilaçları veren eczacıya karşıda bir dava açılabilir mi?

 

Y.Ü.-Burada hekim bunlar prospektüste yazılıydı hasta veya yakını okusa idi diyemez. Kaldı ki, her hasta veya yakınından iki farklı ilacın yan etkilerinin veya birlikte kullanılmasının yaratacağı risk ve tıbbi etki veya riskleri anlayıp tahmin etmesi beklenemez. Doktor kendi aydınlatma yükümlülüğünü prospektüslerdeki açıklamayı bahane ederek ihmal edemez. Doktorun bu iki ilacın nitelik ve diğer ilaçla etkileşimini düşünüp hastayı aydınlatması gerekir. Aynı hususun, eğer riskli hal hastanın özel koşulları değil de objektif olarak ilaçların yapısından kaynaklanıyorsa, eczacının da aydınlatma yükümlülüğü kapsamında olduğu bilinmelidir. Hem doktor hem eczacı aleyhine pekala dava açılabilir.

 

W- Uzmanlık dışında bir alana mücbir sayılabilecek bir durumdan dolayı gerçekleşmiş tıbbi müdahalede davasında hekim malpraktise neden oldu diye ile suçlanabilir  mi? Bu bir afet veya  trafik kazası dışında şu şekilde de olabilir: parmağı kesilen bir çocuğun mesai sonrası hastane-hastane dolaşarak mikro cerrahi uzmanlığı olan bir cerrah bulanamayınca iyi niyetli bir ortopedi uzmanının hastanın çocuk olması sebebi ile vakaya müdahale etmesi fakat sonrasında eksik iyileşme olması durumu gibi.

 

Y.Ü- Acil hal kavramına titizlikle yaklaşılmalıdır. Sadece o gidilen birimde o an ilgili uzmanın olmaması bu şekilde değerlendirilemez. Eğer gecikme hastanın yaşamını riske edecek veya önemli sağlık tehlikesine yol açacaksa, bu müdahale yapılabilir ve bu üçüncü kişi lehine zorda kalış hukuka uygunluk nedeni içinde görülür. Bu istisnai hal ve detaylı koşulları içinde bu eylem bazı hukukçulara göre hukuka uygun bazılarına göre ise mazeret nedeni sayılır; diğer hukuki sonuçları farklı da olsa, bir noktada ortak bir sonuç vardır ve iki kurum da kişiye ceza verilmemesini sağlar. Fakat bu acil hal kavramı geniş yorumlanmamalı veya sadece tedavinin bir an önce yapılması veya hastanın ya da yakınlarını sübjektif yakınmalarının acil giderilmesine yönelik yorumlanmamalıdır. Bazen iyi niyetle yapılan bu tür bir müdahale kalıcı hasarlar bırakabileceği gibi estetik açıdan da görünüm bozukluklarına yol açabilir; kaldı ki gerçekten zorda kalış kurumunun koşulları bulunmadığında bu müdahale ne kadar iyi niyetle yapılırsa yapılsın veya ücret alınmasa dahi hukuki sorumluluk gerektirecektir; dikkat edilmelidir.

 

W- Bir akademisyen ve hukuk fakültesi dekanı olarak ülkemizdeki ve denklik aldığı için KKTC ve Bosna’daki hukuk fakültesi kontenjanlarının kısıtlanması ve iriş puanına taban sınır konulması hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyim?

 

Y.Ü.- Bu kontenjan sınırlamalarının şüphesiz makul bir nedeni vardır. Ancak, YÖK’ün karar ve onayı olmakla birlikte, bu yönde bir talebin bizzat bu üniversite yetkililerinden de gelmiş olması kuvvetle muhtemel bir husus. En azından Türkiye’deki birçok Devlet Üniversitesi Hukuk Fakültelerinin birkaç yıldır bu tür talep ve beklentilerini dile getirdiğini, bizzat az öğrenci almak istediklerini biliyorum. Diğer yandan YÖK her üniversite ve fakültenin her açıdan belli standartlara uygunluğunu ciddi biçimde değerlendiriyor ve bu yöndeki çalışma ve iradesi son zamanlarda sevindirici biçimde öne çıkmıştır ki, bunu çok doğru buluyorum ve destekliyorum. Belirttiğiniz kurumları yakından tanımıyorum ve eğer aldı ise YÖK’ün gerekçesini bilmiyorum, bu nedenle de somut belli bir kurum açısından doğru veya yanlış olmuştur değerlendirmesi yapmak yanlıştır. Fakat kontenjan değerlendirmelerinin YÖK tarafından oldukça objektif ve doğru ölçütlerle hatta ilgili kurum yöneticilerini bilgilendirip görüşlerini alarak değerlendirildiğini de, işin içinde olan birisi tarafından söylemem gerekir. YÖK’ün son zamanlarda aldığı en sevindirici ve iyi bir kararı tıp ve hukuk fakültelerine girişte taban puan sınırlandırması getirmesi oldu. Kesinlikle bu iki bilim alanına iyi öğrenciler alınmalı. Şüphesiz bu iki alandaki eğitim ve üretilen değer kalitesi sadece bu önlemle düzelmez, ama bu karar konusu ölçüt de atılması gereken önemli adımlardan birisiydi ve çok iyi olmuştur. Hatta, kişisel düşüncem, hukuk fakülteleri için getirilen  150,000 taban puan sınırlamasının önümüzdeki yıl 90.000 veya en fazla 100.000”e çekilmesi ve tedricen önümüzdeki diğer yıllarda daha da iyi puanlara çekilmesidir. Bu tercih yapacak öğrenci ve ailesinin doğru tercihler yapması kadar ülkedeki hukukun kalitesini de artıracaktır. Bir üniversitede eğitim kalitesi ve öğretim kalitesi ile sunulan diğer hizmetler kadar, iyi puan almış iyi eğitimli ve hukuk veya tıp bilimlerinde okumak için gerekli donanıma sahip öğrenciler de gereklidir. Bu puanı tutturamayan öğrenciler bir sonraki yıl için çaba gösterecek veya kendisi için en doğru olan başka bir meslek tercihini yapacaktır. Öğrencinin başarılı olamayacağı, emek ve zaman kadar maddi olarak da çok yıpranacağı hatalı bir tercihten ziyade o ilgili bilim dalında olması gereken öğrencilerin bulunmasıdır. YÖK çok da doğru bir kararla bunu en çok ihtiyaç duyulan ve acilen reforma tabi tutulması gereken iki alanda, tıp ve hukukta yapmıştır. Kesinlikle desteklenip geliştirilmesi gereken bir düşünce ve uygulama olduğu kanaatindeyim. Sadece TM2’den TM3”e geçiş kararının sınava çok az bir süre kala hayata geçirilmesi, bu tür bir kararı beklemeyen ve hazırlıklarını başka şekilde yapanlar açısından bir sıkıntı yaratmıştır, bu daha önceki bir zaman diliminde yapılabilir veya bir sonraki seneye bırakılabilirdi. Ama, taban puan sınırlaması, herkesçe desteklenmesi gereken önemli bir adımdır ve bunu hukuk fakültelerini akredite eden ve halen YÖK’ün yürüttüğü çalışmaların hızlanarak başarılı biçimde sonuçlanması izlemelidir. Tıp ve hukuk fakülteleri için girişte aranan taban puan sınırlaması, KKTC ve diğer ülkelerin hukuk ve tıp fakülteleri için de getirilseydi, çok daha iyi olurdu.

W- Değerli görüşleriniz için çok teşekkür ederiz.

Y.Ü- Ben teşekkür ederim, saygılarımla.

 

Prof. Dr. Yener Ünver Kimdir?

Özyeğin Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yener Ünver lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladıktan sonra yüksek lisans ve doktorasını Kamu Hukuku dalında aynı üniversiteden aldı. 1987 yılınca ceza hukuku asistanı olarak İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde göreve başlayan Prof. Dr. Yener Ünver, aynı fakültede 1996 yılında Yardımcı Doçent ve 2002 yılında Doçent olarak görev yaptı. 2008 yılında Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Profesör oldu. Özyeğin Üniversitesi’ne Hukuk Fakültesi Dekanı olarak 2011 yılında bünyemize katılmadan önce, üç sene Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yaptı.

 

Ceza Hukuku Profesörü olan Ünver 1992-1993 DAAD Doktora Bursu ve 2001-2002 Aleksander von Humboldt Vakfı doçentlik bursu ödülü sahibidir.


Ünver’in Almanya, İsviçre, ABD, Brezilya, Macaristan, Ukrayna, KKTC, Azerbaycan ve Gürcistan başta olmak üzere pek çok ülkede düzenlenen uluslararası bilimsel toplantıda sunulan ve basılan 30 bildirisi, ulusal hakemli dergilerde yayınlanan 25 makalesi, ayrıca 120’nin üzerinden yayını bulunuyor. Yener Ünver DAAD’liler Derneği, Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneği, Uluslararası Dünya Tıp Hukuku Derneği (ABD), Avrupa Bilim ve Sanatlar Akademisi üyesi ve Türk Ceza Hukuku Derneği Başkan
Yardımcısı. Ünver ayrıca halen Türkiye Futbol Federasyonu Disiplin Kurulu üyeliği ile Tahkim Kurulu Asli Üyeliği (Türk Spor Yüksek Mahkemesi yargıçlığı) görevlerini yapmıştır..

 

Prof. Dr. Ünver, Bielefeld Üniversitesi’nin (Almanya) uluslararası hukuk enstitüsü olan Kültürlerarası Araştırma Merkezi (ZiF) tarafından 2009 yılından bu yana farklı ülkelerden ve bilim dallarından bilim insanları ile birlikte yürütülen ‘İnsan Tasarımı ve İnsan Onuru’ projesinin çalışmalarında da yer almıştır.

Prof.Dr. Ünver ayrıca, Dokuz Eylül Üniversitesi Sağlık Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi Danışma Kurulu üyesidir.

Prof. Dr. Ünver’in Gürcistan Robakidze Üniversitesi Senatosu tarafından verilen onursal doktorası ve Sofya (Bulgaristan) Ulusal ve Dünya Ekonomi Üniversitesi tarafından verilen “Stefan Bobçev” şeref madalyası mevcuttur.