‘İyi’ Hekimlik Ne Demek!
Prof. Dr. Neyyire Yasemin YALIM
Türkiye Biyoetik Derneği Yön.Kur.Başkanı
W- Sevgili Hocam sizi ve TBD’ni kısaca tanıyabilir miyiz?
N.Y.Y.- Türkiye Biyoetik Derneği 1994 yılında kuruldu. “Biyoetik”, sağlık uğraşlarında, biyoloji gibi temel bilimlerde ve eğitim-iletişim-hukuk-tarım ve gıda gibi belli başlı mesleki etkinliklerde ortaya çıkan etik sorunların incelendiği ve çözüm yollarının önerildiği bir alandır. Derneğimiz bu alanın uzmanlarını temsil etmektedir. Bir yıl sempozyum, bir yıl kongre düzenleyerek ülkemizde ve dünyada tartışılan konuları gündeme getiriyor; düşünme ve eyleme yolları öneriyor, iyi uygulamaları paylaşıyoruz. Bu yıl 09-12 Nisan 2015 tarihleri arasında “Biyoetik, Biyoteknoloji ve Biyopolitikalar Üçgeninde İnsan” başlıklı 8. Uluslararası Kongre’mizi Ankara’da gerçekleştireceğiz. Tüm etkinliklerimizi kitap haline getiriyoruz. Ayrıca zaman zaman güncel konulara ilişkin görüş metinleri ve raporlar yayınlıyoruz
Derneğimizin www.biyoetik.org.tr web dresinde tüm etkinliklerimizi görmek mümkün. Türkiye Biyoetik Dergisi (TJOB) adlı elektronik ve açık erişimli bir dergi yayınlıyoruz. www.turkishbioethics.org adresinden ulaşmak mümkün. Ayrıca meslektaşlar arası paylaşıma açık bir Biyoetik Platformu’muz var.
Prof. Dr. Neyyire Yasemin YALIM, yani bendeniz, övünmek gibi olmasın 1987 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunuyum. Doktoramı Tıp Tarihi ve Etik alanında yaptım ve halen bu alanda öğretim üyesi olarak çalışıyorum. Özellikle etik metodolojisi, tıp etiği, psikiyatri etiği, ölüm ve ölümcül hastaya yaklaşım konularıyla ilgileniyorum. Araştırma ve yayın etiği konusunda eğitim ve danışmanlık veriyorum. Türkiye’de yayınlanan ilk Biyoetik Terimleri Sözlüğü’nün yazarlarından biriyim. Diğer yazarlar Prof. Dr. Harun Tepe, Prof. Dr. Nüket Büken ve Deniz Kucur. Türkiye Biyoetik Derneği Yönetim Kurulu başkanlığını Kasım 2012’den bu yana yürütüyorum. Aynı zamanda Türkiye Felsefe Kurumu Biyoetik Seksiyonu’nun ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı ile Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mezuniyet Öncesi Öğrenci Araştırmaları Etik Değerlendirme Kurulu’nun da başkanlığını yürütüyorum.
W- Tıbbi Deontoloji ve Tıp Etiği kavram olarak faklı mıdır?
N.Y.Y.- Tıp etiği bir uygulamalı etik alanıdır ve genel olarak tıp uygulaması sırasında ortaya çıkan değer sorunlarıyla ilgilenir. Mühendislik alanlarında olduğu gibi bir tekhnè etiğidir. Dolayısıyla temelde çatışan değerler (yarar sağlama-zarar vermeme-özerklik ve adalet arasında olabildiği gibi), mesleki sınırları bilmek ve ona göre davranmak, yapılabilecekler/ yapılmasına izin verilebilecekler/yapılmasına hoşgörü gösterilebilecekler gibi uygulamalara ilişkin sorunlar üzerinde düşünme, değerlendirme, temellendirme ve eylem önerme etkinliğidir. Genellikle bir değerler hiyerarşisi söz konusu olmadığından, “en az değer harcayan, en çok değer koruyan” davranışa ulaşmaya çalışır.
Tıbbi deontoloji ile tıp etiği arasındaki fark, etikle ahlak arasındaki farka benzer. Tıbbi deontoloji alanına geldiğimizde belirli bir zamanda, belirli bir coğrafyada, üzerinde uzlaşılmış bir değerler hiyerarşisinden ve bu hiyerarşinin yaşama hangi davranışlarla yansıyacağından bahsediyor oluruz. Bu durumda çoğu zaman “doğru” davranış ayrıntısıyla tanımlanmış olur. Örneğin ülkemizde Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi geçerlidir ve değerler hiyerarşisinde “yaşamın kutsallığı” birinci sırada yer alır. Bu durumda “hastanın maneviyatı üzerinde fena tesir yapmak suretiyle hastalığın artması ihtimali bulunmadığı takdirde” hastaya bilgi vermeyi, aksine bir kanıya sahip olunduğunda dürüstlükten, yani hastayı bilgilendirmekten kaçınmayı “doğru” davranış olarak tanımlayan maddeler anlam kazanır. Bugün tüm dünyada geçerli olan tıp etiği yaklaşımları ise bu belirlemeyi genellikle büyük ölçüde demode bulur.
W- Türkiye’de modern tıp eğitiminin başladığı gün 14 Mart 1827’den bu yana ‘Tıp Bayramı’ olarak kutlanan etkinliğin deontolojik olarak asıl amacı ve içeriği nedir?
N.Y.Y.- Aslında 14 Mart “Tıp Bayramı” 1827’den bu yana kutlanmıyor. Modern tıp eğitiminin başladığı tarih olarak 14 Mart’ın benimsenmesi doğru olmakla birlikte, ki Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire’nin kuruluş günüdür; ilk “Tıp Bayramı”nın tıp öğrencileri tarafından, hocalarının da katılımıyla, 14 Mart 1919’da işgal altındaki İstanbul’da, işgale tepkilerini dile getirmek için kutlandığını unutmamak gerekir. Kuşkusuz 1915’de Haydarpaşa Tıbbiye’sinin tüm 1. sınıf öğrencilerini Çanakkale Savaşı’nda şehit vermesinin ardından bu duyarlılık çok haklı, çok doğrudur. Bu yüzden Tıbbiye 1921’de mezun verememiştir.
“Tıp Bayramı”nın etik açıdan anlamını değerlendirmeyi yeğlerim doğrusu. Tıp, tarih boyunca insan ıstırabına duyarlı mesleklerin başında gelmiştir; bu nedenle kendisine uzun çağlar ilahi bir güç atfedilmiştir. (“Curatum dolores divinum est” – Acıyı sağaltmak ilahidir.) Aynı zamanda döneminin en laik ve en bilimsel bilgi içeriğini de temsil etmiştir. (“Gözlem otoriteden üstündür” – Vesalius) Ek olarak hekimler, toplumun en iyi eğitimli ve aydın kesimlerinden birini oluşturur. Ülkemizde de bu durum geçerlidir ve hekimler insan ıstırabına neden olan herşeye karşıdırlar; (şiddete, yoksulluğa, cehalete, hastalığa vs). “Tıp Bayramı”nda bu etik pozisyonlarını, bilgiye olan bağlılıklarını ve topluma ilişkin değersel savlarını dile getirme olanağı bulurlar. Bu olanağı da hemen her zaman, akşam gerçekleştirilen ve hastaların katıldığına pek tanık olmadığım balolar dışında, kendilerinden çok toplumun yararını gözeterek değerlendirirler.
W- Anlayış süreçte nasıl gelişti ve günümüzde hekimlerin “Deontoloji Anlayışı” nı nasıl görüyorsunuz, değerlerimizde bir korozyon var mı? Buna etki eden faktörler nelerdir?
N.Y.Y.- Soruyu erozyon yerine, daha nadir kullanılan korozyon terimiyle sorduğunuza göre tıbbı toprak gibi değil, demir gibi değerlendiriyorsunuz. Bence ilginç bir yaklaşım. Ben de ona uygun yanıt vereyim. Türkiye Biyoetik Derneği olarak son yıllarda yeni bir alanda çalışmalarımıza başladık; tarım ve gıda etiği. Bu çalışmalar sırasında gördük ki en önemli değerlerden biri olan toprak, insan gereksinimi ve istekleri karşısında son derece kırılgan. Tıpkı Gandhi’nin dediği gibi “dünya herkesin ihtiyacına yetecek kadarını sağlar, fakat herkesin hırsına yetecek kadarını değil.” Oysa demir öyle değil, insan hırsları, istekleri, küçük ya da büyük ahlaksızlıkları, çıkarcılıkları, bencilliği; özetle kötülüğü pas misali üzerine yapışıyor, ama güçlü bir pas gidericiyle temizleniveriyor, özüne işleyemiyor. Hele de 14 Mart’larda özenle yapılmaya çalışıldığı gibi, önceden bir pas önleyici ile kaplanırsa, hep ışıl ışıl kalıyor.
Hava nemli olunca, paslanma daha hızlı oluyor. Bazı dönemler, bazı koşullar kötülüğü yüreklendiriyor; özellikle de Aristoteles’in dediği gibi “iyi olmanın kahraman olmayı gerektirdiği” dönemler ve toplumlar. Son yıllarda belki böyle bir dönemden geçiyoruz. Bence hekimlerin “deontoloji anlayışları” da “etik yaklaşımları” da demirin özü gibi büyük bir dönüşüm geçirmedi; ama bu anlayışı zorlayan deneyimlerin gündelik olarak yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. “Doğru” davranışı kolaylaştıran ve ödüllendiren, “yanlış” davranışı gereksizleştiren, zorlaştıran ve cezalandıran bir dönemde olduğumuzu söylemek güç; bu nedenle paslanma hızlı ve daha görünür.
W- Hekimlerin mesleklerine ait memnuniyeti konusunda değerlendirmeniz nedir? Memnuniyetin; 1. Basamak, uzmanlık, akademisyenlik veya kamu-özel gibi katmanlara yönelik farklılıkları var mıdır?
N.Y.Y.- Hekimlerin meslekten memnuniyeti konusunda iki önemli özellik dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi, hemen her basamakta hekimlerin mesleklerinden çeşitli nedenlerle (şiddete uğrama olasılığı, maaşların azlığı, çalışma koşullarının ağırlığı vb.) memnun olmadıklarını gösterir araştırmaların yaygınlığı ile ülkemizin en zeki, en çalışkan, en başarılı ve en kararlı gençlerinin bu alanda eğitim almak konusunda gösterdikleri isteklilik arasındaki tutarsızlıktır. Kanımca bu diskordans bilimsel olarak açıklanmaya muhtaçtır. Belki de bu durumu hekimlerin söyleyecek sözleri olduğunda, bunu etkili biçimde dile getirmelerinin, hekim olmaktan memnun olmadıkları biçiminde, yanlış algılanması ile açıklamak mümkündür.
İkinci özellik daha iyi koşullarda hekimlik yapma isteğinin, hekimlerin toplum için talepleri olmaktan çok, kişisel beklenti ve çıkarlarına yönelik bir istek olduğunu kabul ettirmeye yönelik yaygın algı çalışmasıdır. Bu çalışma ile hekimlerinin mesleksel doyumları ile ilgili çalışmaların kimi zaman birbirlerini destekler nitelikte sunulduğu da görülmektedir. Bu nedenle bu konuda çok dikkatli olmak, toplumla iletişim kanallarını, özellikle birebir ilişkide özenle kullanmak gerekir.
W- Tıp sorumluluğu ve buna bağlı kusur anlayışının yansıması hekimlerimizde nasıldır? Hekimlerimizin bu konuda hukuk normlarına uymak ile mevcut tıp kültürünün bir çatışması var mıdır?
N.Y.Y.- Tarih boyunca hekimlere önemli bir değer ve güç atfedildiğini yukarıda belirtmiştim. Böylesi büyük değer ve güç, büyük sorumluluk da getirir kuşkusuz. Bunu “ bir hekim birisine bronz ameliyat bıçağı ile tehlikeli bir yara açar ve öldürürse veya bir apse açar ve gözünü harap ederse iki eli kesilir. ” diyen Hammurabi Kanunlarında (219. madde) bile görüyoruz. Dolayısıyla hekimlerin yine birbiriyle çatışma içinde iki tutumu olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan birincisi, kendisini sürekli olarak büyük bir vicdani sorumluluk altında hissetme durumudur. Bu yüzden ilk meslek kuralları, meslek yemini hep hekimlik alanında ortaya çıkmıştır. Hekimlik kadar mesleğinin etiği ve deontolojisi ile haşır neşir başka bir meslek olduğunu sanmıyorum. Yine hekimler kadar meslektaşlarını eleştiren, bunu genellikle meslektaşlar bir aradayken yapsalar da, başka bir grup olmadığı kanısındayım. Çıkar amaçlı olarak meslektaşlarını hastalarına kötüleyen ve bundan yarar sağlayacağı yanılgısı içinde olan hekimler bu cümlenin dışındadır.
İkincisi ise, bir tür alt kültürel bilinçaltı olarak değerlendirilebilir. Hammurabi Kanunlarındaki kurallar gereği elleri kesilecekmiş ya da kralların ölümünden sorumlu tutularak onlarla birlikte öldürülecekmiş gibi bir korku, buna karşın ölümle ve ıstırapla insan arasına girebilecek bilgiye sahip olmak dolayısıyla yardım etmekten kendini alıkoyamama durumu. Bugün hekimlerin hukukla ilişkilerindeki temel eksen budur. Hukuk hekimin iyi niyetinden kuşku duymayacak biçimde yapılanmıştır. Ancak hekimden de “doğru” davranmasını beklemektedir. Bu dengenin sağlıklı biçimde yürümesi için her iki tarafta özenli olmak durumundadır. Zaman zaman zorlansa ve belirli dönemlerde ciddi düzeltmelere gerek duyulsa da bu denge toplumsal sözleşmenin derinlerine öylesine yerleşmiştir ki, değiştirmeye kimsenin gücünün yeteceğine inanmıyorum.
W- Bu vesile ile sizin için anlamlı bir hekimlik anınızı alabilir miyiz?
N.Y.Y.- Mezuniyetimin ardından bir dönem Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda Prof. Dr. Esat Oğuz GÖKTEPE’nin nezaretinde (rahmetle anarım) yurtdışı bir eğitim programı kapsamında bir yıl kadar çalıştım. Bu dönemde Kemik İliği Transplantasyonu Ünitesi’nde yatan hastaların ölüm ve ölümcül hastalıkla başa çıkma sorunlarına ilişkin konsültasyonlarla görevlendirilmiştim. Bu dönemde tanıştığım 26 yaşında, genç bir futbolcunun, izolasyonda olduğu ve işlerin pek de iyi gitmediği, ölüme yaklaştığının bilindiği bir dönemde, birçok terapi görüşmesinin ardından bana söylediği lafı hiç unutamam.
– “Biliyor musunuz doktor hanım” demişti, “ben yakında öleceğim. Bunu biliyorum. Ama doktorum henüz bunu bildiğimi duymaya hazır olmadığı için, ona hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranıyorum. Burada beni en çok yoran şeylerden biri bu.”
W- Sevgili hocam paylaşımınız ve değerli görüşleriniz için çok teşekkür ederiz.