Kahve içmek için tarihten birini davet edebilsem, ilk ismim kesinlikle Carl Gustav Jung olurdu. Çünkü
yaşamı boyunca genel kabul gören fikirleri sorgulamasının
zamanın ötesinde geliştirdiği kavramların anlaşılamamasının
iç dünyanın dış dünya kadar gerçek olduğuna inanmasının
doğu ve batı, hristiyanlık ve pagan düşünceleri arasında
gidip gelmesinin ardında çok meraklı bir zihin olduğunu biliyorum. Kendini hem çok analitik hem de sezgisel olarak görmesi ve bu çatışmadan yeni birçok kavram yaratması o kadar heyecanlı ki🎈
Bugün sizi Jung’un hayat kırkından sonra anlamlandırılabilir diyeceği dönemine davet etmek istiyorum, onun lensi ile “Orta Yaş” dönemine bakmak isterseniz ✨
Jung’un entelektüel olarak verimli olduğu bir dönem sonrasında Freud ile yollarının ayrıldığı ve 40 yaşına çok yaklaştığı bir süreçten bahsedeceğiz. Bilinç düzeyinde aldığı yol, tam bu noktada bir denge arayışı olarak durup bilinç altındaki hikayeleri keşfetme çabası olarak ortaya çıkar. O ana kadar öğrendiklerini, sorduklarını tekrar gözden geçirmek sancılı bir belirsizlik olsa da sonrasında çığır açacak kavramları yaratmasını sağlayacaktı.
Bugün içine düştüğümüz denge arayışımız için Jung’tan umutla ilham almak iyi gelebilir derseniz… ✨
39 yaşındaki Jung ile başlayalım
Orta yaş krizinin başlangıcı olarak görebiliriz, Freud dahil eski dostlarıyla görüşmüyordu, yazıları önceden olduğu gibi olumlu karşılanmıyordu, akademik dünya onu hayalperest bir mistik olarak görmeye başlamıştı. Psikanaliz Derneğindeki görevleri dahil tüm kamusal şapkalarını yitirmişti. İçten içe bu dönemin biteceğini sezmiş olsa da boşluk hissini sağlıklı karşılayabilmek kolay olmayacaktı.
39 yaşına kadar olan dönemini kariyerine ve akademik başarılarına kredi vererek geçirmesi onun dünyevi kaygılarının yansımasıydı. Bundan sonraki dönemde içine bakarak uyanmayı seçecek, rüyalarıyla mitolojik temalar arasındaki ilişkileri tanımlamaya çalışacaktı. Hastalarından duyduğu evrensel imgeleri günlük yaşamın ve bireysel deneyimlerin kısıtlarıyla açıklamak mümkün olamadığında ilkel toplumlardaki “büyük rüya” tanımları çekici gelmeye başlamıştı. Devamında ise geçmişten taşıdığımız “arkaik kalıntılar” fikriyle kolektif bilinçaltına ulaşmıştı. Mitlerdeki içinde gölgelerini barındıran imgeleri ise “arketipler” olarak adlandıracaktı.
Sonrasında bilgeliğin ve ruhun keşfi
Jung’un dünyasında ruh bilinç ve bilinç dışını kapsar. Bilinçli zihni ne düşündüğümüzün ve nasıl davrandığımızın farkında olduğumuz alan olarak görebiliriz. Mantıksal tarafımız, gerçeklik algımızın olduğu ve egomuzun yer aldığı taraf tam olarak burası. Egonun kendini büyütmek için dış dünyadan beslenmeye çalıştığı, daha çok kariyer, daha havalı kartvizit, daha çok tüketimle iştahını köpürttüğü yer. Burada kazan-kaybet oyunu sahnelenir, rekabet kimi yendiğimizle ilgilidir, başarı tanımı daha fazla tüketmeye yakın bir yerlerdedir ve doğal olarak pozisyondan gelen güçle beslenir.
Jung’a göre ruhun daha büyük bir alanı bilinç dışına aittir. Eğer içimize bakarsak, uyanmayı seçersek bu alana geçebiliriz. Joseph Campbell’in Kahramanın Sonsuz Yolculuğunda gördüğümüz gibi maceraya çağrıyı yakalayabilirsek ve cesaretle peşinden gidebilirsek yeni dünyaya ulaşabiliriz. Geçiş kısmı biraz belirsiz, biraz kaotik ama sonrası daha gerçek, bunu biliyoruz. Yeni dünyada ise ortak bilinç altından beslenen arketiplerimizle tanışıyoruz, güçlü yanlarımızı gerçekten keşfediyoruz. Yeni dostlarımız ve düşmanlarımız oluyor. Gölgelerimizle tanışıyoruz. Alışık olduğunuzdan farklı bir savaş arenasında kendimizi buluyoruz. Bilinçli tarafımızın unuttuğu ya da bastırdığı anılarımız da tüm insanlığa ait kolektif bilinçaltı da burada. Jung insan ruhuna hayranlıkla yaklaşırken yaşamın en derin gizemini böyle anlamaya çalışıyordu. Batının akademik dünyasından kopuşuyla doğu felsefesine yakınlaştığında orta yaş krizinde ruhu bilimin çıkış noktası olarak görmeye başlar. Sonrasında kendi içinden beslenen cevherle egonun savaşından daha büyük bir amaca hizmet etmeye çalışır.
Bugüne taşırsak…
Bize anlatılan kariyer yolları, rekabet kuralları, kurumsal dinamikler pek çalışmıyor. Pandemi ile birlikte evden de çıkamadığımızda içine düştüğümüz “belirsizlik” iyi olma halimizi tehdit ediyor. Varoluşsal meselelerimizi yüksek sesle söylemeye başlıyoruz, sonra yalnız olmadığımızı görmek iyi geliyor. Ancak küçük bir nefes almanın ötesinde rahatlatmıyor, altta yatan meseleye pek dokunmuyor. Jung tam bu noktada bir tavsiye istesek, bize sanırım ruhun bütünlüğünden başlayarak kendimize dönmemizi, kendimize “meraklı” sorular sormamızı ve yeniden öğrenmemizi söylerdi.
Yeni yıla bu kadar bilinmezlikle hazırlanırken Jung’un orta yaş krizinden hareketle kendimize doğru bir yolculuğa çıkabiliriz 🎈
Hayatınızın ortalarına yakın bir noktasında olduğunuza inanıyorsanız, belki de kendinize en sert eleştirileri yönelttiğiniz dönemdesiniz. Avustralya’yı göremeden pandemiye çarptınız ya da Nobel ödülü alamadınız ve aya da gidemediniz. Jung erkeklerde 40 yaşlarında, kadınlarda ise biraz daha erken kendini gösteren bir dönemi böyle tanımlıyor. Bu süreci kendimizle sağlıklı bir iletişim kurarak geçirdiğimizde karşıt enerjilerle barıştığımızı içimizdeki farklı renklere alan yarattığımızı söylüyor.
Çünkü kendi cevherimizle karşılaşmaya hazır olduğumuzda gölgemizi de kabul edeceğiz. Aslında gölgemiz hep bizimleydi, hatta çevremizdekiler büyük olasılıkla onunla çoktan tanıştılar. Biz görmemezlikten gelerek kozmetik küçük hilelerle yaşayabiliyorduk, ne de olsa çok yoğunuz ve koşturuyoruz di mi? Bu arada iyi bir haber isterseniz Jung iç dünyamızın bizim tarafımızdan fark edilmeyi bekleyen yöntemlerinden de bahsedebilir.
Rüyalarımız gibi ☁️
Jung’a göre iradenin denetiminde olmayan rüyalardaki fiziksel dünyanın sınırları da olmadığı için semboller aracılığı ile kendimizle ve kolektif bilinçdışı ile iletişim kurabiliriz. Dolayısıyla da her rüya da kişiye özeldir, semboller çoğu zaman çok daha karmaşık kurguları yansıtır. Jung’a göre tek bir anlama indirgemek yerine rüyaları farklı perspektiflerle inceleyerek ne anlama geldiğini, nasıl bir mesaj taşıdığını sorgulayabiliriz. Bugünden yarına bir yanıt almasak da zaman içerisinde içine bakmanın tadını çıkabiliriz. Belki de yeni yıl önerilerinden biri “rüya defteri” olabilir.
Ya da mandalalar ile tanışabilirsiniz🎨
Eğer bugüne kadar bir mandala boyama kitabınız olmadıysa çok şanslısınız, çünkü kendi mandalanızı çizmek isteyebilirsiniz Jung gibi… Sanskritçede “büyülü halka” anlamını taşıyan mandalaları Jung her zaman büyüleyici bulmuştu, ruhsal gelişimin hedefi olarak konumlandırmıştı. Mandalanın döngüselliği evrimin lineer bir süreç izlemediğini, benliğin etrafında dolaştığını anlatıyordu ne de olsa.
Kendinizle cesur bir diyalog kurmak isterseniz, niyetiniz de ciddi ise Jung’tan ilham almayı seçerseniz🎄