W- Psikiyatri Uzmanı Dr. Barış Önen Ünsalver ile psikiyatrik hastalıklar özelinde sohbet ediyoruz.
Hastalıkların bir biri ilişkisi tabloyu nasıl etkilemektedir; OKB, kaygı bozukluğu, ansiyete, mizofoni vb..
B.Ü.- Psikiyatride “eş tanı” diye bir kavram var. Bu birden çok psikiyatrik hastalığın aynı kişide olması demek. Bir kişi hem Depresyon, hem Obsesif Kompulsif Bozukluk tanılarına sahip olabilir. Bu bazen birbirinden bağımsızdır ama bazen de biri diğerinin ortaya çıkışını kolaylaştırır. Örneğin Panik bozukluk ya da OKB uzun sürerse sonuç olarak Depresyon gelişebilir. Ya da Anksiyete Bozukluğu olan bir kişi anksiyetesini geçirmek için alkol almaya başlamış ve alkolden fayda görmüşse bu bir süre sonra “Alkol kullanım bozukluğu” gelişimine sebep olacaktır. Tersine esrar tüketen bir kişide zamanla kuşkucu düşünceler ya da halüsinasyonlar gibi psikotik hastalık tablosu gelişebilir. Çoğunlukla bir hasta birçok psikiyatrik tanıya uyar gibi gözükür. Bu biraz da elimizdeki psikiyatrik tanı sistemlerinin yetersizliğinden ileri geliyor. Biz DSM-5 isimli bir kitabı kullanarak belirti kümelerinin bir araya gelmesi sonucu OKB ya da Depresyon isimlerini veriyoruz hastamıza, oysa her OKB ve depresyon olgusunda beyinde birebir aynı şey olmuyor. Bu her öksürüğün grip ya da akciğer kanseri anlamına gelmemesiyle benzeştirilebilir. Son yıllarda ilerleyen beyin görüntüleme yöntemleri bize tanıda yeni araçlar da sağladı. Birçok psikiyatrik hastalığın beyindeki işlevi bozulmuş networklerle ilişkili olduğunu biliyoruz mesela. Modern psikiyatri serotonin, dopamin dengesizliği ya da ödipal karmaşanın üstüne çok şey koyabiliyor . Yani hastalık yok hasta var.
W- “Mizofoni” nedir? Bu durumla ülkemiz ne zaman tanıştı ve bu konuda yapılan çalışmalardan bilgi alabilir miyiz?
B.Ü.- Sakız çiğneme, sakız patlatma, dudak yalama, ıslık çalma, yemek yemerken ağız şapırdatma, tıkalı bir burundan hava alma, kalem tıklatma, parmak tıklatma gibi sesler karşısında huzursuzluk, gerginlik, kaygı, öfke, tiksinti yaşıyorsanız mizofoniniz olabilir. Mizofonisi olan kişiler bu tür gündelik hayat içerisinde duymaya alışık olduğumuz sesler karşısında fiziksel ve zihinsel olarak etkilenirler. Bu seslere tahammül etmekte zorlanırlar. Bu seslerin bulunduğu ortamlarda çalışamazlar ve bu ortamlardan uzaklaşmak isterler. Bazen kendilerini rahatsız eden sesleri çıkaran kişilerle kavga dahi ederler. Sadece sesler değil bacak sallama, saçlarla oynama, parmakla bir yerlere işaret etmek gibi beden hareketlerini izlemek de bu kişilerde huzursuzluk yaratır. Aile hayatı, iş ya da okul başarısı ya da diğer sosyal ilişkiler olumsuz etkilenebilir. Üstelik çevrelerindeki kişiler kendileriyle aynı şiddette huzursuzluk hissetmediğinden anlaşılmamış hissederler ve çevrelerince “aşırı hassas, hiçbirşeyi beğenmeyen, huzursuz” biri olarak etiketlenerek bu seslere karşı daha da duyarlı hale gelebilirler. Mizofonisi olan kişilerde rahatsız edici olan ses karşısında beyin ve beden tıpkı “tehdit ve tehlike” içeren bir uyaranla karşılaşmış gibi tepki verir ve bu tepkiler tamamen bilinçli kontrolün dışındadır. Sesler adeta düşman gibidir ve bu yüzden bu düşmanı alt etmek istercesine bedende kalp hızı artar, kaslar gerginleşir, nefes daralır, dikkat sese odaklanıp diğer her şey önemini yitirir.
Mizofoni tanısının 6 kriteri:
1) Bir insan tarafından üretilen özgül bir ses (yemek yeme sesi, solunum sesi gibi) varlığında ya da bu sesin oluşacağına dair beklentiye girildiğinde önce irritasyonla ya da tiksinti duygusuyla başlayıp hızla öfkeye dönüşen patlayıcı ve uzaklaştırıcı bir fiziksle tepki varlığı
2) Bu öfke yoğun bir kontrol kaybı hissi yaratır ve nadiren de olsa öfke patlamasına dönüşür
3) Kişi öfke ya da tiksinti duygusunun içinde bulunulan şartların ya da stresörün boyutlarına oranla aşırı ve anlamsız olduğunu bilir.
4) Kişi kendisinde mizofonik tepkiler oluşturacak durumlardan uzak durmaya çalışır ya da böyle bir duruma yoğun huzursuzluk, öfke ya da tiksinti duygularıyla katlanır
5) Kişinin öfkesi, tiksintisi ya da kaçınması belirgin huzursuzluk verir (sesi üreten kişiye yönelik olarak) ya da kişinin gündelik hayatına (işte önemli görevleri başarması, yeni insanlarla tanışması, ders dinlemesi, ya da ötekilerle etkileşimi gibi) belirgin olarak müdahil olur
6) Kişinin bu öfke, tiksinti ve kaçınması obsesif-kompulsif bozukluk (birinin bir maddeyle bulaşma yaşadığına dair duyulan tiksinti obsesyonu) ya da travma sonrası stres bozukluğuna (ölüm tehdidi, ciddi yaralanma ya da bireyin ya da ötekilerin fiziksel bütünlüğüne tehdit içeren travmayla ilişkili uyaranlardan kaçınma) bağlı değildir
Ülkemizde son 2-3 yıldır “mizofoni” ismiyle anılan bu durumdan aslında bir çok kişi her zaman yakınmıştır. Bunun bir kişisel özellik olduğunu ya da kendi halinde bir duyarlılık olduğu düşünen kişiler hastalık olarak değerlendirilmeyeceği düşüncesiyle genelde pek kliniğe başvurmaz.
W- Bu konuda toplumsal bir farkındalık var mıdır?
B.Ü.- Az önce dediğim gibi toplum içerisinde bu ses duyarlılığı bir hastalık değil de kişisel hassasiyet gibi görülüyor daha çok. Hastalık dememiz de doğru değil. Duyarlılığın fazla olduğu sesler var ve amaç kişinin o seslere duyarlılığını azaltmak ya da seslerle birlikte yaşamasına yardımcı olmak.
W– Tedavisi nasıl olmaktadır, süreç uzun mudur?
B.Ü.- Mutlaka bir KBB uzmanı görüp değerlendirmeli. Vitamin eksikliği ve hormonal düzensizlikler araştırılmalı. EEG yapılarak nöronal hassasiyete bakılması gerekebilir. Bu alanlarda bir sorun yoksa psikiyatrik tedaviye yönenilir. Tedavide, kişilerin sosyal hayattan kaçınmasını önlemek önemlidir. Kulak tıkacı kullanımı, kulaklıkla dolaşmak, müzik dinlemek, istemli olarak dikkatini başka seslere vermek, istemli olarak dikkatini başka bir işe vermek denenebilir. Genel stres yönetimi becerilerini arttırmak faydalı olacaktır. Bilişsel davranışçı terapiler ve dikkat değiştirme teknikleri faydalı bulunmuştur. Kişinin hayatı sürdürülemez hale geldiyse psikiyatrik ilaç tedavisi gerekebilir.
W- Sosyal medyanın hayatımıza olumsuz etkileri nelerdir?
B.Ü.- İnsanların yanyana ve karşılıklı birbirlerinin gözlerinin içine bakarak iletişimi bozuldu artık. Gözlerimizin önündeki sosyal medya ekranını aşınca eşimiz, dostumuzun ne hissettiği ne düşündüğüne kendimizi verebiliyoruz. Adı sosyal olan medya asosyal olmamıza sebep oluyor. Hakiki canlı ilişkiler kurmamızı engelliyor. Narsisistik kırılganlıkların ön plana çıkmasına sebep oluyor. Beden imaj bozuklukları, sosyal kaygı bozukluğu ve depresyon sosyal medyadaki paylaşımları takip edenlerde artış göstermiş durumda. Evlilikler, sevgili ilişkileri, ebeveyn çocuk ilişkisi sosyal medya sebebiyle bozuluyor. Bilgi kirliliği ve buna bağlı toplumsal kaygılar yükseliyor. Örneğin deprem oluyor, köprü çöktü diye fotoğraf paylaşılıyor ve bir anda zincirleme bir panik dalgası yayılıyor. Oysa bu yalan bir bilgi. Bu da insanların bir kısmında kuşkuculuğun artmasına sebep oluyor. Bunların yan ısıra sosyal medyaya bakmak için kullanılan akıllı telefonlar hem uyku bozukluklarına hem de ortopedik sorunlara da sebep oluyor
W- Çocuklarda sosyal medya kısıtlanmalı mıdır?
B.Ü.- Çocuklarda dürtü kontrol becerisi yetersizdir. Bu sebeple eğlenceli gelen şeylere engel koyamazlar. Sosyal medyanın oyalayıcılığı çocukların sosyal medyaya ilgisini açık tutabilir. Bu yüzden ailelerin kısıtlaması gerekir. Ayrıca sosyal medyada okudukları gördükleri şeyler çocukların çeşitli kaygılar ve fobiler geliştirmesine de sebep olabilir.
W- Sosyal medya aşırı veya hatalı kullanımının bağlı olduğu psikiyatrik rahatsızlıklar nelerdir?
B.Ü.- Sosyal medya bağımlılığı, sosyal kaygı bozukluğu, uyku bozukluğu, beden-imaj bozukluğu, yeme bozukluğu, depresyon
W- “Tüketim Psikolojiisi”, “Alışverişkolik” dönemimizin hastalığı mıdır?
B.Ü.- Uzun zamandır sorunlu alışveriş davranışı üzerine okuyup yazıyorum. Öncelikle ben bunun bir hastalık olmadığını düşündüğümü belirtmek isterim. Sorunlu alışveriş davranışı bir belirti bence. Bu belirti ya sorun çözmek için kullanılıyor ve kendisi zamanla bir bağımlılık haline geliyor ya bazı hastalıkların alevlenme dönemlerinde ortaya çıkıp hastalık düzelince bu belirti de geçiyor. Dürtü kontrol bozukluğu, duygudurum bozukluğu ve özellikle mani dönemleri alışveriş davranışının kontrolsüz sınırsız olduğu dönemlerdir. Mani geçince alışveriş de biter. Kronik depresyon, tedavi edilmemiş travmalar, yas dönemleri alışveriş yapmak vasıtasıyla kişi kendisini birazcık olsun canlandırır, eğlendirir ve ödüllendirir. Yaşadığı duygusal yoksunluğu alışverişle yerine koyar.
Elbette içinde yaşadığımız çağ, yani ideolojik alt yapı global politikalar alışveriş eylemini yüceltiyor. İnsanlara hobi yapacak, gezecek eğlenecek alan kalmayınca mecburen alışverişe yöneliyorlar. Sistem tüketimi teşvik ediyor ve bir süre sonra “sen alışveriş hastasısın” dedirtiyor.
W- Kimler potansiyeldir?
B.Ü.- Duygusal yoksunluğu olan, yalnız olan, yetersizlik-değersizlik düşünceleri olan, ötekilerle aşırı rekabette olan kişiler, bağımlı kişilikler, narsisistik ve histriyonik kişilikler, duygudurum bozukluğu hastaları, dürtü kontrol bozukluğu hastaları, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ve OKB olguları sorunlu alışveriş davranışı geliştirmeye eğilimli oluyorlar.
W- Tedavi nasıl olmaktadır? Bu kişilere önerileriniz nelerdir?
B.Ü.- Altta yatan sebebi bulup ona göre gerekirse ilaç gerekirse psikoterapi ya da her ikisi birden düşünülebilir. “Alışverişkolik, Tüketirken tüketen takıntı” isimli kitabımda bolca örnek ve öneri var. Bunu okumalarını tavsiye ederim. En basitçe ise hep bütçe yapmak, ihtiyaçları belirlemek ve ara ara gelecek projeksiyonu yapmak iyi olur. İnsanların hobi geliştirmesi, spor yapması, sosyal sorumluluk projelerine katılması alışveriş davranışından uzaklaşmalarına yardımcı olabilir.
W- Psikiyatrik hastaların tedavi uyumu ve işbirliğinin önemini nasıl anlayabiliriz?
B.Ü.- Psikiyatrik hastalıkların tedavisi uzun sürelidir çünkü hastalıklar sinsice ilerlemiş ve klinik belirti verene dek beyinde hızlı düzelmeyecek değişiklikler gerçekleşmiştir.
Özellikle başlangıç döneminde ilaçlar mide bulantısı, baş dönmesi, uyku hali gibi yan etki yapabilir ve bireyin gündelik hayatını olumsuz etkiler. Bu her hastada ortaya çıkmaz, ama bu sebepten birçok hasta tedaviyi sürdürmekte zorlanabilir. Ancak, bu yan etkiler geçtikten sonra etki başlayacaktır. Çoğu zaman ilaçların etkisi 2-3 hafta gibi bir sürede çıkar ve bu da hastalarda sabırsızlığa sebep olur. Gerek yan etkiler gerekse de etki gecikmesi hastaların tedaviyi bırakmasına ve hastalık tablosunun daha uzayıp daha şiddetlenmesine sebep olur. Bu süreçte hekimiyle işbirliği kurup tedavisini sürdüren hastaların çoğu hastalık belirtilerinde gerileme görecektir. Bireysel farklılıklar sebebiyle her hastaya aynı doz ilaç uymayabilir. İşte bu ilk dönemde hekimle işbirliği sayesinde doz ayarlamalarıyla hem yan etkiler azaltılabilir hem de etki görme daha erkene çekilebilir. Birçok tabloda psikoterapi de tedaviye eklenir ve özellikle en basit psikoterapi uygulamaları bile 12-16 hafta sürdüğünden hastalar terapilerini sürdürmeye isteksiz olabilirler. Psikoterapiler bireyde düşünce tarzında, kendini ve ötekileri algılamasında değişiklikler yapar. Kişinin kaçındığı olumsuz yönleriyle karşılaşmasına sebep olur. Unutmak istediği travmalarını yeniden hatırlatarak o travmaların yaralarının açılmasına sebep olur. Tüm bunlar psikoterapiden kaçınmaya sebeptir. Ancak asıl değişim bu yollardan geçtikten sonra olacaktır. Birçok kişi psikoterapinin iyi hissetmek için olduğunu düşünür, oysa psikoterapi uzun vadede hayatta huzur bulabilmek ve işlevselliği arttırmak hedefini taşır. Hastalar bu zorluklarla karşılaşacaklarını bilip uzun vadeli kalıcı değişimlere teşvik edilirse yıllarca dönüp dolaşıp aynı sorunlarla karşılaşmayacaktır. Burada hastanın ve hekimin işbirliği dışında hastanın yakınlarının da işbirliği önemli. Hastanın tedavisini engelleyen, ilaçlarını aldırmayan, terapiye getirmeyen hasta yakınları ne yazık ki süreci bozar. Nasıl bir kalp hastasını ailesi kardiyoloğa kontrole götürüyorsa ve ilaçlarını alması ya da egzersiz yapması için teşvik ediyorsa psikiyatrik hastalığı olanlarında ailesi doktor muayenelerine düzenli gitmesi ve tedaviye uyumu için hastayı teşvik ettiğinde olumlu sonuçlar elde edebiliyoruz.
W-Değerli Hocam görüş paylaşımınız için şükranlarımızı sunarız.
“Öncelikle sağlıkçıların çalışma şartlarının medeni olması gerekli”