Kalp deniz, dil kıyıdır.
Denizde ne varsa kıyıya o vurur…
Mevlana
Brene Brown’un “Atlas of the Heart” kitabının başlığındaki sözle Lacan’a başladım. Günün sonunda kalp ve sevgiye ulaşacak bir kurgudan söz etmeye çalışacağım çünkü. Çalışacağım diyorum çünkü havalı saçları, aktivist duruşu ve pop star tadındaki entelektüel karizmasının ötesinde 20. Yüzyılın en etkili ve zor anlaşılan isimlerinden biri Jacques Lacan. Kendini bir Freud savunucusu olarak görmesiyle birlikte fikirlerini matematik formülleriyle ortaya koyması daha da zor anlaşılmasına neden olur. Yazmaktan daha çok seminerleriyle görüşlerini anlatmayı seçtiğini de söyleyelim. Matematik, felsefe, dilbilim, antropoloji ve sürrealizm gibi farklı disiplinleri bir araya getiren Lacan okumaları yaptığımda Yönetim Kuruluna davet etmesem ne eksik kalır sorusunu kendime birkaç kez sordum. Tam anladım dediğim yerde, eyvah anlamamışım demek böyle bir şey. Ancak bilememenin verdiği cesaretle, anladığım/ anlayamadığım kadarıyla başladım…
Önce kısacık yaşam öyküsü… 1901 yılında Paris’teyiz, babasının sabun fabrikası sahibi başarılı bir iş adamı, annesinin ise koyu bir Katolik, kardeşinin ise bir rahip olduğunu biliyoruz. Lacan genç yaşta belki felsefeye duyduğu ilgiyle, belki Spinoza okumalarıyla Tanrıya inanmaktan vaz geçer. Matematik hep tutkusu olmaya devam eder, hatta karmaşıklığını da besler. Aldığı tıp eğitimi sonrasında 1932 yılında “Kişilikle İlişkileri Açısından Paranoyak Psikoz” teziyle psikiyatr alanında doktor unvanını alır. Tüm düşünce güzergahını bir sorunun etrafında özetlemek pek iddialı olsa da “öznenin özneleşme sürecini” merak ettiğini söyleyebiliriz. Şöyle ki biz özneyi insan olarak konumlandırırken, Lacan insanı özne olarak konumlandırır. Mesala burası anladım dediğimde kayıp gittiğini gördüğüm cümlelerden, ancak devam ediyorum. Sanırım Michel Foucault, Gilles Deleuze, Felix Guattari, Luce Irigaray, ve Slavoj Žižek gibi isimleri daha iyi anlayabilmek için onların ilham aldığı Lacan’da durmanın heyacanı daha ağır basıyor.
80 yaşında doğduğu şehirde yaşamını kaybeden Lacan’ın düşünce sistemini anlamaya Lakanyen Kuram’ın tanımlarıyla başlayalım.
Bilinç dışı dil gibi yapılanmıştır. Jacques Lacan
Bir Freud savunucusu olarak Lacan’ı Freud güzellemesiyle okuyabiliriz. Freud’un kullandığı id, ego, süper ego, bastırma, kastrasyon, oedipus gibi birçok kavramı ileri bir düzeye taşıyarak psikanalizi bir bilim olarak bilinç dışı alanında konumlandırır. Lacan, psikanaliz ile yapısalcı dilbilim arasında bir ilişki kurarken, Freud’un bilinç dışı için söylediklerinin “dil” için de geçerli olduğunu savunur. Böylece bilinç dışını öznenin içinde karanlık bir oda -ya da kıta- olarak görmenin ötesinde “Ötekiyle” karşılaşma sahnelerinde tanımlamaya çalışır. Burayı biraz daha sade ifade edebilmek için id, ego ve süper ego üçlemesi yerine Lakanyen Kuramın üç evresine imgesel, simgesel ve gerçek tanımlarına geçmeyi öneriyorum.
Ruhsal olgunlaşmanın üç evresini Lacan kadim bir göselle, Borromean halkalarıyla anlatır, yaşasın matematik 💃
Burada meraklısına küçük bir parantez açalım, örneklerini Budizm, Viking ve Roma dönemi eserlerinde görebileceğimiz bu geometrik şekilde üç halka bir düğüm oluşturur. Eğer bir halkayı keserseniz, diğer iki halka da birbirinden ayrılır, bu düzen Rönesans döneminde Borromeo ailesinin amblemi olarak kullanıldığı için adını da oradan alır. Ancak görsele baktığınızda Lacan’ın eklediği dördüncü etkiyi de görebilirsiniz, “Sinthome” adını verdiği bu son halka hayal ve sembolik olanı bir araya getirir, eğer serbest kalırsa psikoza neden olabilir, dikkat 😎
Önce mavi halka (Real) gerçek ile başlayalım. Günlük konuşma dilimizde kullandığımız gibi “anlam bütünlüğü” olan ve “sözcüklerden” oluşan gerçek tanımı bize yakın gelse de Lacan gerçeği teknik bir yaklaşımla “ayrılmamış bir bütün” olarak görür. Lacan’ın gerçeğinde kavram, anlam, varlık ve yokluk yoktur, hatta hiçbir boşluğa da yer vermez. Gerçek imkânsız bir alandadır, dilin dışında olduğu için onu ifade edemeyiz. İmgesel ve simgesel düzene dahil olmasa da halkalardan biridir, bir şekilde düzendeki yarıklardan sızıp kendini gösterebilir. Lacan buradan psikoza, travmatik bir deneyime gelir. Gerçekle temas ettiğimiz anlarda dilimiz yetersiz kalır ve zaman algımız kayar. Yaşadığımız travmayı anlatamayız, ya da anlattığımız hikaye travmayı açıklamakta yetersiz kalır. Fiziksel olarak dünyada kalmaya devam etsek de dünyadan koparız. Psikanalizin çalışma alanı da burası olur.
İmgesel halka (Imaginary) ise “ben” alanıdır. Öznenin doğalından kopmadığı bu evreyi açıklarken, Lacan 1936 yılında verdiği bir seminerde paylaştığı meşhur “Ayna Evresini” ziyaret edebiliriz.
Bir anne ve 4-5 aylık bir bebek düşünün, birlikte aynaya bakıyorlar. Yetişkin için bu çok tanıdık bir durum aynada kendini gördüğünü bilir, ancak 4 aylık bir bebek aynada sadece bir görsel görür, onun kendisi olduğuna ilişkin bir farkındalığı yoktur.
Bebek aynada kendisini ya da kendi aksini görünceye kadar annenin bir uzantısı ya da bir parçası olarak yaşamına devam eder. Kendini besleyen ve koruyan annesi ile bir bütünlük duygusu yaşar.
Aynaya bakan bir kedi yavrusu veya köpek için de durum pek farklı değildir. Lacan 6-18 aylık bir bebeğin aynadaki yansımasının kendisi olduğunu fark etmesiyle şu soruyu sorar “Ne oluyor ve bebek böyle bir bilinç kazanıyor?” Yanıtının kilit kelimesi ise “dil” olur. Anne karnındaki bebek konuşulanları duyar, doğumuyla birlikte kendine bir isim verilir, sonrasında bebek derdini ağlayarak anlatmaya çalıştığında anne babası derdini dil ile ifade eder, yemek verir, altını değiştirir veya uyutur. Bebekle anne baba dil üzerinden ilişki kurduğunda, bebek aynada kendini ayrı bir olarak gördüğünde bunu da dil ile anlatır. Ancak bu dil kendine ait değildir, kendi öznesini başkası üzerinden oluşturur. Ayna üzerinde gördüğü yansıma için diğerine ihtiyaç duyduğu gibi, kendisini de diğeri üzerinden tanımlar. Bu da özne olarak ayrılmasıyla birlikte kendine yabancılaşmasını getirir. Lacan böylece yeni bir kapı aralar, dilin yasalarıyla sınırlı bir şekilde ancak kendimi ifade edebilirim, anlam yaratabilirim.
Tam burada küçük bir parantez açarak “Kimlik” sözcüğünün İngilizce’deki karşılığı eşitliği anlatan “identity” olurken, Türkçe’de “kim” sorusundan türemesini Lacan’ın nasıl yorumlayabileceğini merak edebiliriz. Parantezi kapatırken de imgesel evrenin “Babanın Adı” ile simgesel yapıda bastırıldığını söyleyebiliriz. Simgesel yapı (Symbolic) içine doğduğumuz kültürel ve dil ağlarını gösterir. Lacan’ın “Babanın Adı” tanımı gerçek bir babadan söz etmenin ötesinde Freud ile parelel Odedipus Kompleksini simgesel bir yasa olarak konumlamasıyla açıklanır.
Buradan da hissettiğimiz eksikliğe doğru gelebiliriz. Lacan ihtiyaç ve arzuyu birbirinden ayırır. Eğer ihtiyaçlarımız anında karşılansaydı, dile gerek olmayabilirdi derken, arzularımızı daha da ötesinde bir yere taşır.
Arzu, Ötekinin arzusudur.
Jacques Lacan
Sevilen orada olmadığında da arzulamaya devam edebiliriz, hatta neden arzuladığımızı dile dökemesek de bilemesek de arzulamaya devam edebiliriz. Arzunun bir sırrı vardır, bu sır özneye de kapalı olabilir. Bu yaklaşımla Lacan da arzuyu Spinoza gibi insanın özü olarak görür. Bir sır ve eksiklik arzuyu daha da çekici kılar. Aşkımızı ilan ettiğimizde, yüksek sesle eksikliğimizi dile getirme cesareti göstermiş oluruz. Kendi eksikliğimizi sevdiğimiz kişiye hediye ederek, ona iyi bakmasını bekleriz.
Birini gerçek anlamda yalnızca sahip oldukları için değil,
eksiklikleri için de sevebilirsiniz.
Jacques Lacan
Bu romantik tadı kaybetmeden daha geniş bir perspektifle baktığımızda eksikliklerle karşı tolerans sınırımıza gelebiliriz. Hep bir şeyler eksik kaldığında aslında gerçeğe yaklaşıyoruz. Ancak Aristoteles ne demişti hatırlayalım “İnsan bilmek ister” Ötekinin arzusuna mahkûm kalmanın bedeline razı değilsek, bilinç dışının varlığını kabul ederek başlayabiliriz. Bu da insanın sandığımız/ umut ettiğimiz kadar “masum” olmadığını kabul etmek anlamına gelir. Biraz daha köşeli ifade edersek konuşuyorsak, kendimize yabancılaşıyoruz, konuşuyorsak kendimizi doğrulamaya çalışıyoruz, yani yalan söylüyoruz. İçimizden geçenleri aynaya yansıtamıyoruz, aynadaki görüntümüz aynı olsa da zihnimizden geçenler o kadar tekdüze değil. O zaman Lacan’ın bize tavsiyesini tekrar hatırlayalım, her talebimizin sevgiye doğru olduğunu fark edin… Bu kadar basit 💙
Lacan Yönetim Kuruluna gelirse…
Lacan’ın terapi yaklaşımı alışılmış kalıpların dışındaydı, 45 dakika koltuğa uzanılmış seanslar gibi kalıpları yoktu. Bazı seanslarının 5 dakika sürdüğünü biliyoruz, ya da kuaförünün eşlik etmesine izin verdiğini, çünkü amaç ve aracı karıştırmadan daha doğal bir sahne yakalamaya çalışıyordu.
Yönetim Kurulunda ne kadar kalır o yüzden pek kestiremiyoruz. Yönetim Kurulu odasında mı buluşmayı tercih eder, onu da pek bilemeyebiliriz. Belki iş çıkışı bir yemeğe katılır, ya da bir seyahatinize eşlik etmeyi ister.
Sorduğu soruların net bir yanıtı olmayabilir, hatta tercihen yanıtını bilemeyeceğimiz sorularla devam edebilir. Lacan için ipuçları soruları nasıl yanıtlamayı seçtiğimizde yatar. Yanıtlarken nasıl bir düşünce güzergahı izlediğimiz, belki dil sürçmelerimiz nefis yeni notlar barındırabilir
📌 Lider olarak en büyük arzunuzu nasıl tanımlarsınız?
📌 Lider olarak neyin eksikliğini canımızı acıtıyor? Bu eksiklikle nasıl büyüyoruz veya neye doğru yaklaşıyoruz?
📌 Kurum olarak gücünüzü nereden alıyorsunuz?
📌 Kurum olarak bizi büyüten eksikliklerimiz neler? Geçmişten, bugünden veya yarından her türlü örnek olabilir
📌 Bu eksikliklerimiz küçük ya da büyük hiç fark etmez gündeme nasıl geliyor? Kimlerle paylaşıyorsunuz? Burada biraz daha kalabiliriz belki… Cesaret edemediğiniz sahneler oldu mu, ya da pişmanlıklarınız?
📌 Başınıza bir şey gelmeyeceğini bilseniz, bugünden farklı olarak neyi yapmayı denerdiniz?
📌 Yönetim Kurulu üyesi olarak Yönetim Kuruluna ne sormak isterdiniz?
Biraz doğaçlama için alan açalım mı?
Yönetim Kurulu toplantısına geldiniz ve masanın ortasında sizin için bir hediye kutusu olduğunu görüyorsunuz…
📌 Nasıl bir kutu gördünüz?
📌 Kimden gelmiş?
📌 Ve paketi açıyorsunuz….
Lacan’ı uğradıktan sonra saçları hakkında biraz daha konuşmaya devam etmiş olabiliriz 😎
Mine, Mardin